annemin beyaz saçıDenemeler

abouvv. savunduğu ideolojik argümanı desteklemek için kendi hayatından örnekler veren adamı bildin de’mi? bilmiyosan at topu bakıyım babanın kıllı göğsüne, anlatıyım hemen şuracıkta sana: mesala, ”faiz, sömürünün kaynağı mı yoksa sömürünün taşıyıcısı mı?” tartışması yapıyorsun bir ortamda. hafiften de ciddiye alıyorsun tartışmayı, senin için önemli bir mevzû. her ortamda da girecek değilsin böyle meselelere. karşındakiler sevdiğin tipler, istiyorsun ki anlaşılsın mesele. neyse, tam bu esnada bi’ tane biraderovski çıkıp başlıyor hayatından kesitler anlatmaya. ”amcam” diyor, ”eniştem” diyor, ”bizim bir tanıdık var” diyor, ”onlar da kredi çektiydi, kiraya verecekleri parayı bankaya veriyorlar şimdi” diyor, ”bence” diyor, ”yani, sömürü falan yok bence” diyor. hadi faizi, krediyi, kapitalizmi anlarım da; hegel’i eniştesi üzerinden çürüten adam gördü bu gözler diyorum sana kardeşim ya. babadan oğula nesil misiniz ulan, sinsi ve gizli tarikat mısınız? kovaladıkça kaçan ateş böceği misiniz? nasıl her ortamdasınız, deyin bakiyim bağa ula. tamam sakinim annecim, klavyemi bırakabilirsin. işin kötü tarafı, bu adamın söylediklerine karşı en ufak bir karşıt tez geliştiremiyosun. adam eniştesini referans gösteriyor, ne diyecen oğlum adama? neyse, konumuz bu değil elbette. uzun uzadıya buraya ideolojik bir yazı döşüyordum, sıkıldım. biraz da kendi hikayemi anlatayım dedim. hikayemi anlatırken de duyguyu politize edersem ortamlarda şekil şükul yapmayın deyû aha bu kadar uzun […]
4 Ara 2016 • Kişisel Blog

abouvv.

savunduğu ideolojik argümanı desteklemek için kendi hayatından örnekler veren adamı bildin de’mi? bilmiyosan at topu bakıyım babanın kıllı göğsüne, anlatıyım hemen şuracıkta sana:

mesala, ”faiz, sömürünün kaynağı mı yoksa sömürünün taşıyıcısı mı?” tartışması yapıyorsun bir ortamda. hafiften de ciddiye alıyorsun tartışmayı, senin için önemli bir mevzû. her ortamda da girecek değilsin böyle meselelere. karşındakiler sevdiğin tipler, istiyorsun ki anlaşılsın mesele. neyse, tam bu esnada bi’ tane biraderovski çıkıp başlıyor hayatından kesitler anlatmaya. ”amcam” diyor, ”eniştem” diyor, ”bizim bir tanıdık var” diyor, ”onlar da kredi çektiydi, kiraya verecekleri parayı bankaya veriyorlar şimdi” diyor, ”bence” diyor, ”yani, sömürü falan yok bence” diyor. hadi faizi, krediyi, kapitalizmi anlarım da; hegel’i eniştesi üzerinden çürüten adam gördü bu gözler diyorum sana kardeşim ya. babadan oğula nesil misiniz ulan, sinsi ve gizli tarikat mısınız? kovaladıkça kaçan ateş böceği misiniz? nasıl her ortamdasınız, deyin bakiyim bağa ula. tamam sakinim annecim, klavyemi bırakabilirsin.

işin kötü tarafı, bu adamın söylediklerine karşı en ufak bir karşıt tez geliştiremiyosun. adam eniştesini referans gösteriyor, ne diyecen oğlum adama?

neyse, konumuz bu değil elbette. uzun uzadıya buraya ideolojik bir yazı döşüyordum, sıkıldım. biraz da kendi hikayemi anlatayım dedim. hikayemi anlatırken de duyguyu politize edersem ortamlarda şekil şükul yapmayın deyû aha bu kadar uzun giriş yaptım. böyle de yaban tilkisi, böyle de ortamların hınzır kurduyumdur ha. ben de o tipleri sevmiyorum, ben de o duyguyu hissediyorum, “anlıyorum oolum” baabından yani.

***

lisedeyiz aga.

“-­­­pöff, lise anısı mı?”

“-dinlemeyeceksen anlatmiyim evladım? hayır, ben istesem otururum masama, alır paramı giderim. sizin için anlatıyorum bunları ben!”

hocam, klavyemi bırakır mısınız ulan lütfen ya? (yazıya bi’ giremedik)

lise birdeyiz. vahşi doğadan kırmaca, bildiğin klasik anadolu lisesi. durum el vermediğinden kantinden alışveriş yapmak lüks işi bizim için. biz de ekseriyet arkadaşla evden bir şeyler getiriyoruz. masaları birleştirip yığıyoruz ortaya evden getirdiklerimizi, yiyoruz hep beraber. tabiî, mevzûnun kolektif yaşamı içselleştirmek gibin veya efendime söleyim, (ruh hastası mısın evladım?) kapitalizme karşı üretimi örgütleyerek şanlı bir direniş pratiği sergilemek gibin bir misyonu veya vizyonu yok. eğer sen dahil olmazsan masaya, zaten arkadaşlar senin yerine çantandaki çöreklere müdahil olduklarından mütevellit ister istemez masa ehlinden olma durumda kalıyorsun.

şöyle ki: bir gün bu yemeğe başlama sekansı hayli uzadıydı. ben de çöreklerimi çantama koyup, aşağıda basket oynamaya meylettiydim. sonra işte (ter hüzmesi, hıfss, hıfss) sınıfa girdiğimde bir baktım, arkadaş oturmuş, benim çörekleri gömüyor. yanına seğirttim. ben daha “hayırdır lo” demeden bastıydı fırçayı, “niye bu kadar az yaptırdın oğlum?” deyû. ben de açıklama yaptıydım, “çok yiyemiyorum kardeşim, yetiyor bana ya,’’ falan diye. ben daha cümlemi bitirmeden ‘pat pat!’ omzuma vurup uzaklaşıverdiydi oradan. elimde folloş olmuş naylondan küçük bir poşet, yere dökülen çörek parçalarını topladıydım üstüne basılmasın diye.

ilkokulda dört sene kantinde çalışmışlığım, arkadaşlarımın sapanla vurdukları güvercinin kafasını bana zorla çektirmişliği, mahallenin abilerinin bana verdiği sahte yüz liraları muhtelif bakkallarda bozdurma girişimleri ve dahi metruk sokaklarda birkaç kez uzun uzadıya dayak yemişliğim olmuştu (…) ama nedense, ilk defa acizliğimi iliklerime kadar bu olayda hissetmiştim. ilk defa sırılsıklam bir duyguya kapılmıştım. ölümüne titriyordum ve bir tek annemi özlüyordum. aslında bir tek annemi.

***

(ühühü, amma dramatize ettik ha)

nasıl kulak daha iyi duyalım diye, burun daha iyi koklayalım diye, gözler daha iyi görelim diye tasarlandıysa; beynimiz de olayları ve olguları daha iyi kavrayalımın yanısıra biz intihar etmeyelim, kendimizi değerli hissedelim diye de tasarlanmış ve bundan ötürü olayları gerektiği zaman bilnçaltına iten, gerektiğinde çarpıtarak hatırlatan, gerektiğinde de tamamen unutturan saygıdeğer bir abimiz.

bundan olsa gerek, ben bu lisede yaşadığım olayı sanki hiç yaşamamış gibiydim. sanki biri gece uyurken bu anımı belleğimden silmiş, sadece bilinçaltımda küçük izler bırakmış gibiydi. ta ki “o an” gelene kadar.

***

bilen bilir, televizyon seyretmek hiç âdetim değildir. (“sabah namazına kalkmıyor bu!” dendi bu mecrâda bana be, tv seyretmediğimi mi bilmeyecekler? heyt, koçeroma bağhele! bilen bilir tabi.)

neyse, ama valideye, pedere yakın olayum deyû salona neyim mütemadiyen akarım giderim. iki rekat salonun tozunu alır, geri odada kitabın başına gömülürüm. aha işte yine günlerden öyle bir gün, ben salona meyletmiş, tüm hane halkı tv’ye kitlenmişken gözüm annemde takılı kaldı. isot yemiş bülbül gibin bir anda ateş saldı dört bir yanımı. hayatımda ilk defa annemin beyaz saçını görmüştüm. yine o lisedeki gibi hissetmiştim. sanki beynimin içinde bir domino taşı yıkılmış, her şey yıkılarak geliyordu. salonun ortasında sanki elimde folloş olmuş o naylon poşeti tutuyor, elime sanki biraz önce yerden topladığım çörek parçalarının yağı bulaşıyor gibiydi. annemin beyaz saçını görmüştüm. ölüm vardı. ölüm vardı ve bu çok ciddiydi. bizse acizdik. anneler ölürdü. çocuklar öksüz kalırdı. kimse buna dur demezdi. arkadaşım sırtıma “pat pat!” vurmuştu, şimdi de uzaklaşıyordu. elimde yağ vardı. yağ kötüydü. midem kalkıyordu. yine ölümüne titriyordum ve bir tek annemi özlüyordum. aslında yine bir tek annemi.

demek ki beynim benimle bir oyun oynuyordu. eğer hayatımda sarsıcı bir ölüm korkusu, acizlik duygusu gibi bir şey varsa bana annemi veriyor, ama annemin ölüceği düşüncesi varsa beynim dahi olsa elinden bir şey gelmiyordu.

aynı bizim her gün ölümü, acizliği ve annesizliği aynı anda üçünü bir arada yaşayan milyonlar için hiçbir şey yapamayışımız gibi.

beş aralık iki bin on altı ankara