durun kalabalıklar, biri cüzdanını düşürmüş!Denemeler

. . . Geceleri uyuyoruz ve sabahları sümkürüyoruz. Biz geceleri neden uyuyoruz ve biz neden sabahları sümkürüyoruz? Her sabah güneş üzerimize doğarken, bizden ileriye kalacak hangi telaşın derdiyle o günün akşamında güneşi geldiği yere uğurluyoruz? Altında yüz milyar insanın gömülü olduğu dünyamızda gezinirken, tıkılı kaldığımız bu coğrafyada ve bizler için taksim edilmiş şu kısacık ömür denilen zamanda hangi maksatla hâlâ nefes almakta ısrar etmekteyiz? Biz insanız. (Bu da laf mı şimdi, elbet insanız mı demeli?) Biz diğer canlılardan farklı olarak insan olduğumuzun rüşdünü soru sorarak ispat ederiz. Eğer bizlere soru sorma keyfiyeti tanınmamış olsaydı, bitkilerden ve hayvanlardan ötede farklı bir anlam taşımıyor olacaktık. Çünkü biz insanlar biliriz ki, hayvanlar da bizim gibi karşılarına çıkan durumlar karşısında tavır alır, neslini yürütmek için eş bulma telaşına düşer, doğayı hayatlarının idamesi için yorumlar ve biçim verir. Hakeza bitkiler de en çelik taşları yontar, en sarp yokuşları tırmanır. Aradaki fark, insanın dağların bile kaldıramadığı emaneti omuzlamaya yeltenmesidir. Emanet ise; akletmektir, tercih yapma tasarrufunu elinde bulundurmaktır, doğru ile yanlış arasındaki farkın ayırdına varabileceğinin iddiasını taşımaktır. Yani emanet, soru sormaya namzet olmaktır. Biz Müslümanız. (Bu da mı laf şimdi, elbette öyleyiz mi demeli?) Milyonlarca galaksinin yaratılıp, bunun içinde bir toz parçası dahi olamayan Dünya’da yaşadığımıza ve bu […]
1 Tem 2015 • Kişisel Blog

.

.

.

Geceleri uyuyoruz ve sabahları sümkürüyoruz. Biz geceleri neden uyuyoruz ve biz neden sabahları sümkürüyoruz? Her sabah güneş üzerimize doğarken, bizden ileriye kalacak hangi telaşın derdiyle o günün akşamında güneşi geldiği yere uğurluyoruz? Altında yüz milyar insanın gömülü olduğu dünyamızda gezinirken, tıkılı kaldığımız bu coğrafyada ve bizler için taksim edilmiş şu kısacık ömür denilen zamanda hangi maksatla hâlâ nefes almakta ısrar etmekteyiz?

Biz insanız. (Bu da laf mı şimdi, elbet insanız mı demeli?) Biz diğer canlılardan farklı olarak insan olduğumuzun rüşdünü soru sorarak ispat ederiz. Eğer bizlere soru sorma keyfiyeti tanınmamış olsaydı, bitkilerden ve hayvanlardan ötede farklı bir anlam taşımıyor olacaktık. Çünkü biz insanlar biliriz ki, hayvanlar da bizim gibi karşılarına çıkan durumlar karşısında tavır alır, neslini yürütmek için eş bulma telaşına düşer, doğayı hayatlarının idamesi için yorumlar ve biçim verir. Hakeza bitkiler de en çelik taşları yontar, en sarp yokuşları tırmanır. Aradaki fark, insanın dağların bile kaldıramadığı emaneti omuzlamaya yeltenmesidir. Emanet ise; akletmektir, tercih yapma tasarrufunu elinde bulundurmaktır, doğru ile yanlış arasındaki farkın ayırdına varabileceğinin iddiasını taşımaktır. Yani emanet, soru sormaya namzet olmaktır.

Biz Müslümanız. (Bu da mı laf şimdi, elbette öyleyiz mi demeli?) Milyonlarca galaksinin yaratılıp, bunun içinde bir toz parçası dahi olamayan Dünya’da yaşadığımıza ve bu gezegenin içinde de yine bir toz parçası dahi olamayan insanın içine milyonlarca galaksinin sığdırılmış olmasının tek gayesinin, bu insanın soru sorarak cevabın Allah olduğunu bulması olduğuna iman ediyoruz.

Demek ki iman etmekle biz bir merhale kaydediyoruz. Demek ki insanlığımız tam olarak da Müslümanlığımız ile kaim. Eğer beşerlikten yani canlılar içinde hayvanî ihtiyaçlarımızın temini için oluşumuzdan insanlığa bir terfimiz söz konusu ise, bu bizim iman edişimiz ve hayatımızın şekillenmesinde başat kıstas olarak iman ettiğimiz yaratıcının bizler için öne sürdüğü emirleri ve yasakları hayatımıza ikame ettirmekle olacak.

Peki biz bunları yapınca elimize ne geçecek? Neyi murad ederek biz bu hengamede ayaklarımız üzerinde ayakta durmaya çalışıyoruz? Ne zorumuz var da herkesin revaçta olanın doğru olduğuna hükmettiği bir zaman diliminde, biz hâlâ Müslüman olmak ve Müslümanlıktan gayrı da hiçbir şeyi gündemine getirmemek gibi bir gayretin telaşı içinde modern zamanların uçarı çocukları olmaya devam ediyoruz?

Anneciğim birisinde arizî bir haslet gördüğünde ve o kişi düze çıktığında şöyle der: “Hah şöyle yola gel.” Anneciğim böyle dediğinde biz biliriz ki demek ki bir yol var ve tüm mesele bu yol üzere istikamette olmak. Eğer biz bu yol üzere olursak varacağımız yer sulh içinde bir yer olacak. Yok eğer yoldan şaşarsak varacağımız yer hiç de hayra alamet bir yer değil. Yolda yalpalamakta bir beis yok, insanız ve kusurluyuz. Lakin kusrumuzun farkında olmalı ve yola tâbi olmakta gayretli olmalıyız.

Yol üzerinde sabitiz ama yolun sonunda bizi neyin beklediğini bilmiyoruz; Mü’minler olarak biz gayba iman ediyoruz. Kitab-ı Mukaddes’te gayba dair bir takım malumatlar olsa da, biz bir bilinmeyene yani yolun sonunda neyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz hâlde imanımızda ısrarcıyız. Zaferin de işte bizler için ayrılmış bu zaman diliminden şerefimizle, onurumuzla, haysiyetimizle yoldan taşmadan geçip gitmekle elde edileceğine inanıyoruz.

Peki biz kaç kişiyiz? Bizim gibi düşünen insanlar nerede? Hemen şu tepenin ardında, saldırmaya hazır ve müsellah bir ordudan misalle eminliğini sınayanlar hâlâ varlar mı? Varsalar şimdi ne işle meşguller? Neredeler? Yüzde kaça tekâbül ederler?

Bilgisayar başında film seyrederken kapkaparanlık bir sahnede insanın yüzü ekrana yansır. Filmin etkisiyle çok üzülmüş, çok heyecanlanmış veya telaşa düşmüş yüzümüzle karşıya karşıya geliriz. Gözlerimize bakarız. İşte tam o esnada sorulmaya layık tek soru şudur:

Ekranda beliren şu yüzümüzün yüzüne bakmağa utanmama telaşından ötede hangi yüzdelik kaygının kalbimizde çöreklenmesine eman verecek imişiz?

Bize yaraşan sağa ve sola bakmadan, yanımızdakilerin bizi terketmesini veya milyonlarla beraber yürümeyi aynı kefede belleyerek, inandıklarımızı yüreğimizin tam ortasına koyarak, şehrin müstekbirlerine meyletmeden yolda kalmak ve yanımızdaki yöremizdeki herkesin “şöyle yola gelmesi” için salık vermektir. İşte o zaman zafer elbet bizimdir, elbette bizimdir.

ömer burak tek genç istikbal dergisi – temmuz 2015