İnsan inanmak istiyor. Tüm bunlara. Günaydınlara. Nasılsınızlara. Özgeçmişinde biriktirdiği projelere. Beni yanlış anlamadınız ya-lara. Biriktirdiği arkadaşlıkların rastlantısal etkileşimlerden ibaret olmadığına. Sonra işte kişisel gelişim ataklarına. İngilizce kurslarına. LinkedIn hesaplarına. Eh. Yani ne demeli. Mutluysa insanlar. Yani tabi böyle demeli. Kendi ait bir yalan, başkasının gerçeklerini...

Bu önemli. Bu önemli değil. Gündelik hayat içinde insan mütemadiyen bir şeyleri önem sırasına diziyor. Tanışıklıklar, ülkenin durumu, insanın o anki ruh hâli… önem sırasını etkileyen başlıca faktörler. Haha! Yapılacaklar, harcamalar, insanlar dahi önemine binaen bir sıraya düzülüyor. Ancak bazısına insan bir değer atfediyor. Değerli...

Evden uzağa gitmek korkutmuyor. Uzaktan eve döndüğünde kendisini bulamamaktan korkuyor insan. Tüm bu her şey. İşte bu, yani, gerçekten her şey. Vapurdan inerken çay bardağının boşunu nereye bırakacağını bilemeyişlerin, "TRT Durağı'ndan geçiyor mu?" diye telaşla soruşların, beyaz üniformalarıyla gençlik heyecanına asalet katan liseli gençlere hayranlık...

Usul usul arkamdan yükselen neşeli sesler bende huzur uyandırıyor. Seslerin sahiplerinin bana kendimi biricik hissettiren insanlar olduğunun ayırdına varıyorum. Biricik. “Ne tuhaf kelime!” diye mırıldanıyorum. “Acaba önce kelimeyi öğrenip yaşadıkça da anlamını mı kavradım yoksa tam tersi mi?” diye geçiriyorum içimden. Belki bu kelime daha...

Fransız kolejinde okuyan küt saçlı bir kız. Edirne sınır kapısında kolunu kırmış Suriyeli bir yetim. Almanya’da dönerci açıp zengin olmuş bir Almancının oğlu. Her birinin hissettiği duygular ve zihninde oluşturduğu düşünceler bir takım rastlantısal olayların zincirleme gelişiminden mi ibaret yoksa hepsinin biricik bir anlamı mı...

“Bana bak!” “Bana bak anneanne!” deyip duruyordu torunu. Güvercinlere kafa atmaya çalışan torununa usulca el salladı. Başını benden yana çevirdi. Gözleri kameraya takılı kalmıştı. Sevecen bir tavırla söylendi: “Ne sanıyorsa onu?” Gülümsedim. Deklanşöre basarken savaşları, seçimleri, dernek açıklamalarını, verimlilik toplantılarını, edebiyatı, gündelik kaygılarımızı düşündüm. Yok...

üniversitede bir trekking topluluğuyla ormana gitmiştik ve topluluğun müntesipleri her şeyi inanılmaz abartıyordu. tam bir cinnet haliydi. lanet olası bir çalı önümüze çıkmaya görsün, herkes bir anda kırmızı alarma geçiyor, hemen arkasındakini uyarıyor, araya birer metrelik mesafe konuyor ve ekibin lideri açıklama üstüne açıklama yapıyordu....

Bütün işlerin acil olduğu ama hiçbir işin aciliyetinin olmadığı klasik bir iş gününün stres ve yorgunluğunu kamu binasının içinde bırakıp arabasını Kızılay’a doğru sürdü. Cajun Corner’de her zamanki menüden söyleyip arkadaşının fiyatların artışı ve patateslerin azalışı temalı konuşmasını dikkatlice dinledi. Konu oraya nasıl geldi o...

ya ol ya öl! özenle kesilmiş saçı, mütevazi ama tertemiz pantolonu, dikkatli kelime seçimleri, tertemiz yüreği, ciddi ve kararlı bakışları ile tam bir dava adamı tanıdığımın whatsapp durumuydu bu emir cümlesi. ilk okuduğumdan beri sivrisinek gibi zihnimde vızıldayıp durdu bu söz. acayip bir etkisi vardı....

Mülkiyeliler Birliği’nde en sevdiği masaya yerleşmiş, çayını yudumluyordu. Bordo atkısını takmıştı. Aslında bacakları biraz daha zayıf, kalçası biraz daha toplu, omuzları biraz daha geniş olsaydı fena bir görüntüsü olmayacağını düşünüyordu. Aklından bunları geçirirken kapıdan giren çiftle göz göze geldi. Yıllar önce üniversitede tanıştığı ve tanıdığı...