yalap ve şalapDenemeler

… telefona bakıyorum, otobüsün durağa gelmesine üç dakika kalmış. sonraki otobüse kalsam, trafikten dolayı yolum yirmi dakika uzayacak. ulan kerata nerdesin, ayakkabı mı giyemiyorum, hah giydim. ayakkabıyı giyeceğim diye acıttığım parmağıma ömer’in emme kuvvetinden yararlanarak şok tedavi uyguluyorum.  son surat otobüse meylediyorum. otobüs durağa yanaşmış. sabah sabah kısa süreli depar insanın ciğerini çok yoruyormuş, onu öğreniyorum. evimin durağı, ilçeden çıkışta son durak. otobüse önce sağ ayağımı atıyorum. şoför aynadan kaş göz yapıyor. ben de o’na yapıyorum. ”yer yok kardeşim, geri tak vitesi!” diyor sanırım. ben de duracak değilim ya, yapıştırıyorum cevabı: ”hımınısılımık.” sabah ayazının üzerine bir de depar atınca mimiklerimle cümle kuramayacağımın ayırdına varıyorum. atar için niyetlendiğim beden dilinin bu denli garip bir şiveye kayması şoförü işkillendiriyor: ”tövbe estağfirullah, kendine bunu yapan bana ne yapmaz?” artık tırstığından mı, yoksa acıdığından mı bilinmez, direksiyonun yanındaki mikrofonu telaşla eline alıyor: ”arkalı önlü ilerleyelim lütfen!”  yolculuğumuz başlıyor. camın topraktan nasıl elde edildiğini daha iyi kavrayabilmem için olsa gerek, otobüs ahalisi sağ yanağım ile cam arasındaki bu sarsıcı beraberlikte bir beis görmüyor. geçmişim, insanlarla ilişkilerim, sosyal medya hesaplarım, ilahla münasebetim, islam birliği, balıkesir spor, kapitalizm, iki dişin arasından nasıl tükürüldüğü gibi birçok muhtelif konuda düşüncelere gark olarak yolculuğuma devam ediyorum. şehrimin insanları o kadar muhafazakâr […]
1 Şub 2015 • Kişisel Blog

telefona bakıyorum, otobüsün durağa gelmesine üç dakika kalmış. sonraki otobüse kalsam, trafikten dolayı yolum yirmi dakika uzayacak. ulan kerata nerdesin, ayakkabı mı giyemiyorum, hah giydim. ayakkabıyı giyeceğim diye acıttığım parmağıma ömer’in emme kuvvetinden yararlanarak şok tedavi uyguluyorum.  son surat otobüse meylediyorum. otobüs durağa yanaşmış. sabah sabah kısa süreli depar insanın ciğerini çok yoruyormuş, onu öğreniyorum. evimin durağı, ilçeden çıkışta son durak. otobüse önce sağ ayağımı atıyorum. şoför aynadan kaş göz yapıyor. ben de o’na yapıyorum. ”yer yok kardeşim, geri tak vitesi!” diyor sanırım. ben de duracak değilim ya, yapıştırıyorum cevabı: ”hımınısılımık.” sabah ayazının üzerine bir de depar atınca mimiklerimle cümle kuramayacağımın ayırdına varıyorum. atar için niyetlendiğim beden dilinin bu denli garip bir şiveye kayması şoförü işkillendiriyor: ”tövbe estağfirullah, kendine bunu yapan bana ne yapmaz?”

artık tırstığından mı, yoksa acıdığından mı bilinmez, direksiyonun yanındaki mikrofonu telaşla eline alıyor: ”arkalı önlü ilerleyelim lütfen!” 

yolculuğumuz başlıyor. camın topraktan nasıl elde edildiğini daha iyi kavrayabilmem için olsa gerek, otobüs ahalisi sağ yanağım ile cam arasındaki bu sarsıcı beraberlikte bir beis görmüyor. geçmişim, insanlarla ilişkilerim, sosyal medya hesaplarım, ilahla münasebetim, islam birliği, balıkesir spor, kapitalizm, iki dişin arasından nasıl tükürüldüğü gibi birçok muhtelif konuda düşüncelere gark olarak yolculuğuma devam ediyorum. şehrimin insanları o kadar muhafazakâr ki, otobüste bile yerini değiştirmiyor. duraklar geçiliyor, insanlar iniyor; ben hâlâ ön kapıyla mündemiç. 

hemen yanıbaşında durduğum tontiş bir amca gevura sorar gibi soruyor: ”dışkapı hastanesi’ne kaç durak kaldı yavrum?” amcanın ”yavrum”a yaptığı o acayip ve de bir o kadar hınzır vurgu pek hoşuma gitmese de, içimi şapşal bir telaş kaplıyor: amcanın sağ gözüne mi, yoksa sol gözüne bakarak mı cevap vermem gerektiğinin gerilimi bünyemde beklediğimden daha fazla etki yapıyor. özne/tümleç/yüklem hesabını yapmış, tam cümleye girecekken, iki yanımdaki aşufte türkçe’yi katlederek cevap veriyor: ”üç”. -zaman duruyor, otobüsten inip küplere biniyorum. üç ne arkadaş? hani özne/tümleç/yüklem? hani eylemsisi bunun? hani çatısı, hani işteşliliği? üçmüş, sanki biz bilmiyoruz üç demeyi.- nasibimizde kahvaltıdan sonra, brunchtan önce ”amcaya cevap vermeyen terbiyesiz çocuk” muamelesi de görmek varmış deyip, iç geçiriyorum. asıl mevzûyu kaçıracak kadar akıl melekelerimi yitirmediğimden emin olmak için ”akıl” kelimesinini hecelere ayırıyorum: ”ak-ıl”. ”ulan” diyorum, ”bari kelimede kadrolaşmayın.” ”daha neler!” deyip, bir kahkaha koyuyorum. cinnetimi kamusal alanda yaşıyor olmam, toplum ciddiyetinin namusuna halel getirdiğinden olsa gerek, oracıkta ayıplanıyorum: ”ayıp ayıp, hayırdır, ne edep kalmış ne hâyâ, günahtır günah…” hepsini anlıyorum da, ”günahtır” kısmısını anlamıyorum. ”kur’an, sünnet, icmâ, kıyas’ın ne yannına düşer bu durum?” deyu şehrin ileri gelenlerine soruyorum, cevap gelmiyor. tabi otobüs dışkapı’ya yaklaştıkça bölge eşrafının heyecanı artıyor. amcanın yaslandığı koltukla hemen önündeki koltuğun tutamaçlarından tutarak bölgeye kokumu bırakıyorum: ”bura benim!” 

heyecan dorukta. otobüs usul usul dışkapı hastanesinin önündeki durağa yaklaşıyor. ilkin amcanın çevre ahalisi, ardından otobüsün tüm ayakta götürülengeçleri amcaya odaklanıyor. evrim, bir sonraki aşamasının seyrini görebilmek için dikkat kesilmiş. onla kalsa iyi; sosyologlar, psikologlar ve bilimum bilim adamları bile ”bu an”da kilitli. bir mendebur düğmeye basmış. -ne zaman basmadı ki?- yaşlı amcada hâlâ kıpırtı yok. otobüs duruyor, yok amca kalkmıyor, pişkin pişkin etrafa bakıyor. ”ama,” diyorum, ”olmasaydı keşke sonumuz böyle.” düğmeye basılıp, kimsenin inmemesine sinirlenen şoför aniden gaza basıyor. fırsattan istifade ”özür” mahiyetinde amca kafasını göbeğime dokunduruyor. göbeğimi içime çekiyorum. tribime restle cevap veriyor. göz bebeğindeki donuk ifadeye masumiyet serpiştirmiş, inatla görüş alanımın içine girmeye niyetleniyor. daha fazla dayanamayıp, ağzının tam ort…

***

sabah ezanı okunuyor. telefona bakıyorum, alarma yarım saat; uyanmama bir buçuk saat var. ağaran sabahın rabbine sesleniyorum: 

”rabbim, gençliğimde çocukluğumdaki rüyalarımı aldılar, yaşlılığımda gençliğimdeki hayallerimi almalarına izin verme.”

ömer burak tek