Pespaye Zamanlarda KonuşmakDenemeler
Cümleler, yazarın kaleme aldığı anda değil, okuyucunun onlara kendi ruh hâliyle temas ettiği anda gerçekten yazılır. Derin okumalar, ruhsal hazırlık ister; kitaplar değil, okur hazır olduğunda anlam kazanır.
“Hayır Ömer, sen de haklı değilsin, Hüseyin de,” deyiverdi nöbetçi Murat Hoca, Hüseyin’in köseli ayakkabısının altına açtığı delikle misketlerimin üzerine basıp misketlerimi indiregandi yaptığını kendisine şikâyet ettiğimde. Hüseyin bu parlak zekâsını niye benim körpecik misketlerim üzerinde deniyordu, anlam veremiyordum. Hem misket oynamaktan tahriş olmuş ellerimin emeğini çalıyor, hem de şişmandı herkesten Hüseyin. Hırtonun cüzdanı ve köseli ayakkabısı olduğundan mütevellit kendisiyle aramızda sınıf farkı vardı ama bizim de kendisine diyecek iki çift lafımız vardı elbet. Misketimiz namusumuzdu. Misketimize gelen halellik, namusumuza gelirdi.
Olayın şokunu atlattıktan sonra “Ver ulan misketlerimi, ayı!” diye bağırarak Hüseyin’le aramızda mesafeyi kat etmeye başlamıştım. Olayın sıcaklığıyla fark edemediğim bir realite vardı ortada: Hüseyin büyüktü, büyük, harbi büyük. Varoş bir şehirde büyümenin bir çocuğa kazandırdıkları da vardı. Eğer rakibin senden büyükse ilk yumruğu atamazsan bir daha hiç yumruk atamazdın, bunu bilirdin. Burada, vahşi doğada hayatta kalmamı sağlayacak meziyetleri edinmiştim. Beni bambaşka tecrübelere gark edecek bir mücadeleye daha ramak kalmıştı ki kavgaya tutuştuk.
Hüseyin’le münasebetliğimiz 13 saniye sonra Murat Hoca’nın yanımıza intikaliyle sona erdi. İstikamet: disiplin. İleri! Seyirliğimiz yönergesi: müdürün odası. Uzaya gönderilen füze gibi hedefe yaklaştıkça önce merakla bize bakmaya çalışan veletleri, sonra da nöbetçi öğrencileri geride bıraktıydık. Odaya varışımız ile sözü ele alışım bir oldu:
“Hocam, bu zât-ı şahanesi ağabeyimiz, ayakkabısına açtığı delik suretiyle bilyelerimin üzerine basarak o kargaşada bilyelerimi yürütüyordu. Biz de bu konuyu sorumlu merci, nöbetçi hocamıza taşıdık ama Murat Hocamız konuyu tam mânâsı ile idrak edemediğinden olsa gerek bizleri geçiştirdi. Nacizane biz de bizâtihi Hüseyin ağabeyimizle bu konuda karşılıklı bir fikir mütalaası olur, ne bileyim bir istişare olur bâbından kendisiyle konuşmaya meyletmiştik ki kendisi bize darp girişiminde bulundu,” deyu bir savunma verdim.
O yaşta birinci tekil şahıstan “biz” diye bahsetmeyi nereden bellemiştim bilmiyorum ama işe yaramıştı. Böyle ciddi ciddi konuşunca da hocaların bana hak vereceğini düşündüğümden mi nedir, ver ettiydim tüm afili kelimeleri cümlelerin arasına. Ben cümlelerimi giriş–gelişme–sonuç deyu zerk ederken ortamlara, Hüseyin bakakalmıştı tabi sinirli sinirli: “Ne diyor ulan bu?” diye. Hüseyin’in o şaşkınlıkla konuşma sırasını kaybediyor oluşu, sözü Müdür Bey’in eline bıraktı haliyle.
“Zât-ı şahane” dediğim andan beri hiç dinlememişti tabi, gadısını aldığım saygıdeğer okul yöneticisi zât. Başlamıştı kulak memesi kıvamında ete süte dokunmadan hiçbir meseleyi çözmeyeceğini bildiğimiz ama cümlelerin uzunluğundan mütevellit hepimizin hararetimizi alacağını düşündüğümüz sözlerine Müdür Bey:
“Bakın şimdi genşler. Şimdi bunlar okulda olacak işler değil. Ha, dışarıda olacak işler mi? Yoo, o da değil. (…)”
Neden koridorda senelerce asılı duran bir söz hiç dikkatimizi çekmemiştir de, bir anda oradan geçip giderken o söz gözümüze iliştiğinde buz keseriz? Aynı minvalde, okuduğumuz onca kitap bizim için bir entelektüel edinim dürtüsünden öteye gidemezken, o kitaplardan herhangi birine seneler sonra göz gezdirdiğimizde neden sarsılırız?
Cevabı açık: Cümleler, yazar kaleme aldığında değil, yazardan gayrı bir başkasının cümleye girişmesiyle yazılmış olur. Bir kitabı okurken içinde bulunduğumuz ruh hâli, yazarın üslubundan çok daha etkilidir cümlelerin anlam kazanmasında. Zihinsel ehliyetimizi aldığımızda, en sarp fikirlere tırmanmaya da namzet olmuşuz demektir.
Benim hikâyem de Alev Alatlı ile başlıyor. Geceleri uyuyor ve sabahları da sümkürüyor olmakla her sabah güneşi karşılamanın saçma olduğuna kâni oluşum, beni umarsızca kitap okumaya meylettirdi. Okuyordum, evet ama, hiçbiri hayatımın herhangi bir köşesine tekabül etmiyordu. Seyyid Kutup, Hasan el-Benna, Ali Şeriati (…) lisede ucundan köşesinden tırtıkladığımız, üniversitede ise heyecan vermeyen yazarlardı. Çoğu kitabın, iki–üç sayfadan müteşekkil önsözünün tefsilatı olmaktan gayrı bir olayı olmaması, yeni bir kitaba başlamak için heyecanımızı söndürüyordu. Roman falan zaten hak getire; çoğusu yazara ayıp olmasın diye ite kaka bitirilmiş kitaplardı.
Tabii belki de yaptığımız tüm okumalarımız daha çok sonraları okuyacağımız bir kitaba meftun olmak içindi. Öyle de oldu. Alev Alatlı’nın Kâbus & Rüya adlı kitap serisi beni beynimden vurdu. Sene 99’da yazılmıştı bu kitap ve Yeni Dünya Düzeni’nin nasıl olacağını Türkiye üzerindeki bir senaryo üzerinden okuyucuya aktarıyordu. Daha dünyanın “Yeni Dünya Düzeni” kavramıyla Bush’un o meşhur konuşmasıyla tanışmasına üç yıl vardı.
Kâbus’ta Yeni Dünya Düzeni 650 sayfada anlatılıyor ve bu, İmre Kadızâde adlı karakterin şahsında neredeyse sıfır olay örgüsüyle, sadece bir kişinin konuşması üzerinden yapılırken ben her cümlede biraz daha sarsılıyordum. Serinin ilk kitabı bitmişti. Sıra Kâbus’tan uyanma, Onarımcılar’la tanışma vaktiydi. Serinin ikinci kitabı Rüya’da ise Alev Alatlı çözümü anlatıyordu. Hayatlarını diğer insanların hayatına rapt etmeyen, onurlu oldukları kadar vakur turnalardan bahsediyordu. Turnalar… Etkilenmiştim. Elbette benim Müslümanlığım da turnalığa mukabil olacaktı. Zaten blogun ilk yazısı da Selim İleri’nin yazdığı Onarımcılar’ın manifestosu idi.

“Dünyaya gelmek, saldırıya uğramaktır,” diyor İsmet Özel. Toplum, yaşadığınız süre zarfında size bir kılıf biçer. Eğer bu kılıfı yırtarsanız, sizin canınızı okur. O kılıf içinde kaldığınız süre zarfı içinde her türlü hayasızlığa, haysiyetsizliğe, namussuzluğa ve şerefsizliğe cevaz vardır. Toplum, sıradışı olayların sürekli hâle gelmesiyle sıradışılığı sıradan hâle getirir ve eğer siz sıradan olmaya kalkışırsanız toplumun saldırısına maruz kalırsınız. Toplum buna izin vermez. Bunu yaparken de hep ahlâki değerlere sığınır. Her tecavüzün, her yalanın, her iftiranın, her dedikodunun insanlar nezdinde bir nedeni vardır.
“Yukarıdaki anlattıklarınla ve son resimle bunların ne alakası var?” derseniz, daha fazla yazmak gelmedi içimden. Benden bu kadar…