dayı ellerimden tut, bana güç veriyorDenemeler
kırşehir’de kentpark diye kentin ortasında ama bir miktar gürültü patırtıdan uzak bir yer var. yeğenim yusuf’la ufak ufak orayı adımlıyoruz. o sırada dikkatimizi 3-4 metre derinlikteki gölün etrafında oynaşan 5 tane suriyeli çocuk celbediyor. sonra başımızı el kol hareketleriyle “dikkat edin, düşeceksiniz!” minvalinde hareketler yapan az ötedeki cafede oturanlara doğru çeviriyoruz. çocuklar yükselen tepki ve uyarılara dayanamayıp kahkahalar eşliğinde suyun kenarından çimlere atıyorlar kendilerini. biz de şaşkınlığımızı heybemize koyup yürüyüşümüze devam ediyoruz. az sonra karşımıza başka bir suriyeli çocuk kafilesi çıkıyor. yeğenim sağ elimi bırakıp sol tarafıma geçiyor. çocuk kafilesi de sağımızdan seğirtip geçiyor. “niye karşılarından çekildin?” diyorum, yeğenim “onlardan korkuyorum” diyor. bir şey diyemiyorum. yusuf’un elini bırakıp başımı yukarı kaldırıyorum. bu gök, bu dünya, bu gezegenler, bu galaksiler… hepsi ama hepsi bizleri imtihan etmek için mi? türkler, suriyeliler, ingilizler, amerikalılar, balıkesirliler… hakikâten ne yapıyoruz bu dünyada? şu karşıdan gelen altmış yaşındaki nine ne için harcadı ömrünü acaba? tüm bu galaksiler, tüm bu yıldızlar, tüm bu hengame bu nineyi tevhidi sâhiden kavrayıp kavramadığını sınamak için mi? müslüman olmak ne demek? allah’tan başkasından yardım istememek ne demek? allah’tan başka rabb bellememek ne demek? sonra suriyeli olmak veya hollandalı olmak, türk olmak veya kürt olmak… tüm bunlar ne anlama geliyor. göğe bakarken yusuf’un […]
kırşehir’de kentpark diye kentin ortasında ama bir miktar gürültü patırtıdan uzak bir yer var. yeğenim yusuf’la ufak ufak orayı adımlıyoruz. o sırada dikkatimizi 3-4 metre derinlikteki gölün etrafında oynaşan 5 tane suriyeli çocuk celbediyor. sonra başımızı el kol hareketleriyle “dikkat edin, düşeceksiniz!” minvalinde hareketler yapan az ötedeki cafede oturanlara doğru çeviriyoruz. çocuklar yükselen tepki ve uyarılara dayanamayıp kahkahalar eşliğinde suyun kenarından çimlere atıyorlar kendilerini. biz de şaşkınlığımızı heybemize koyup yürüyüşümüze devam ediyoruz. az sonra karşımıza başka bir suriyeli çocuk kafilesi çıkıyor. yeğenim sağ elimi bırakıp sol tarafıma geçiyor. çocuk kafilesi de sağımızdan seğirtip geçiyor. “niye karşılarından çekildin?” diyorum, yeğenim “onlardan korkuyorum” diyor. bir şey diyemiyorum. yusuf’un elini bırakıp başımı yukarı kaldırıyorum. bu gök, bu dünya, bu gezegenler, bu galaksiler… hepsi ama hepsi bizleri imtihan etmek için mi? türkler, suriyeliler, ingilizler, amerikalılar, balıkesirliler… hakikâten ne yapıyoruz bu dünyada? şu karşıdan gelen altmış yaşındaki nine ne için harcadı ömrünü acaba? tüm bu galaksiler, tüm bu yıldızlar, tüm bu hengame bu nineyi tevhidi sâhiden kavrayıp kavramadığını sınamak için mi? müslüman olmak ne demek? allah’tan başkasından yardım istememek ne demek? allah’tan başka rabb bellememek ne demek? sonra suriyeli olmak veya hollandalı olmak, türk olmak veya kürt olmak… tüm bunlar ne anlama geliyor. göğe bakarken yusuf’un sesiyle irkiliyorum. “dayı niye ellerimi bıraktın?” diyor. “istediğin gibi koş, buralar serbest” diyorum. “yok dayı,” diyor, “ellerimden tut, bana güç veriyor.” bir anda yusuf’un elini sıkı sıkıya kavrıyorum. sonra annemi, babamı, ablalarımı, nurten’i, mustafa abimi, ahmet abiyi, ismail’i, osman’ı, adem’i, tuna’yı, muammer abiyi, erol abiyi… (ve daha onlarcasını) gözümün önünden geçiriyorum. “iyi ki,” diyorum, onlar da benim ellerinden tutuyor, bana güç veriyor. yoksa bu dünya çekilecek gibi değil. zaten, öyle ya, “bunların hepsi geçecek, allah bizi bekliyor.”