körlüğe övgü veya gören gözlerin yitirdiği merhametDenemeler

hissedilen sıcaklık 35 derece bugün ankara’da. güneş tepeden vuruyor. ağaçsız, gölgesiz, selamsız şehirde sıcaktan kaçacak hiçbir yer yok. otobüs bir türlü gelmiyor. her şey ve herkes vıcık vıcık. katışıksız, saf ve samimi hiçbir koymamışlar bu şehre. dik vücutlar ama erişmiş ruhlar seyrettiriveriyor oradan oraya… tüm herkes mutabakat hâlinde: herkes bir yürek taşıdığı hissiyatını paltoya asmış da çıkmış evden, et parçaları yürürlükte sadece. burada yüreğim sıkışıyor. bu suriyeliler neden dileniyor? öldüklerinde geriye iki daire bırakmak için yaşayan bu insanlar nereye koşuşturuyor böyle? ”shape of my heart” çınlıyor kulaklığımda. sahi ben neden kulaklık takıyorum ki? konuşacaklarımız, susacaklarımız, yapacaklarımız yok mu bizim? peygamber’e (sas) ilk vahiy niye hira’da gelmiş ki diye düşünüyorum. allah resülü niye gitmiş ki o mağaraya? diri diri gömülen kızlar, müstekbirler, müktedirler, garipler, gürebalar, yetimler var mekke’de… dayanamamıştır belki de kalbi. şimdi ölen çocukları gömmüyorlar bile. fotoğraflarını zerk ediyorlar önümüze önümüze. kazasız belasız ölüp gitmeliyim bu dünyadan diyorum kendime kendime. cehenneme yuvarlanmamayı garantilediğim anda öleyim gideyim diyorum. müslimsek her sözümüz bir dua ama, biraz da öyle işte. allah bizden cenneti arzulamamızı istiyor ama, ne bileyim kafam ermiyor böyle çok iddialı laflara. neyse, telefonu açıyorum. 80 tane tiviti boca etmiş biri. diğerlerini okumak için aşağıya aşağıya iniyorum. okumak istediklerimin yazdıkları gömülmüş gitmiş […]
6 Ağu 2015 • Kişisel Blog

hissedilen sıcaklık 35 derece bugün ankara’da. güneş tepeden vuruyor. ağaçsız, gölgesiz, selamsız şehirde sıcaktan kaçacak hiçbir yer yok. otobüs bir türlü gelmiyor. her şey ve herkes vıcık vıcık. katışıksız, saf ve samimi hiçbir koymamışlar bu şehre. dik vücutlar ama erişmiş ruhlar seyrettiriveriyor oradan oraya… tüm herkes mutabakat hâlinde: herkes bir yürek taşıdığı hissiyatını paltoya asmış da çıkmış evden, et parçaları yürürlükte sadece.

burada yüreğim sıkışıyor. bu suriyeliler neden dileniyor? öldüklerinde geriye iki daire bırakmak için yaşayan bu insanlar nereye koşuşturuyor böyle? ”shape of my heart” çınlıyor kulaklığımda. sahi ben neden kulaklık takıyorum ki? konuşacaklarımız, susacaklarımız, yapacaklarımız yok mu bizim?

peygamber’e (sas) ilk vahiy niye hira’da gelmiş ki diye düşünüyorum. allah resülü niye gitmiş ki o mağaraya? diri diri gömülen kızlar, müstekbirler, müktedirler, garipler, gürebalar, yetimler var mekke’de… dayanamamıştır belki de kalbi. şimdi ölen çocukları gömmüyorlar bile. fotoğraflarını zerk ediyorlar önümüze önümüze.

kazasız belasız ölüp gitmeliyim bu dünyadan diyorum kendime kendime. cehenneme yuvarlanmamayı garantilediğim anda öleyim gideyim diyorum. müslimsek her sözümüz bir dua ama, biraz da öyle işte. allah bizden cenneti arzulamamızı istiyor ama, ne bileyim kafam ermiyor böyle çok iddialı laflara.

neyse, telefonu açıyorum. 80 tane tiviti boca etmiş biri. diğerlerini okumak için aşağıya aşağıya iniyorum. okumak istediklerimin yazdıkları gömülmüş gitmiş aşağıya. facebook’ta da yorumlar gırla gitmiş. güneş yüzüme vuruyor. yine yüreğim daralıyor. ”ben buralara ait değilim” diyorum. instagram’ı açıyorum. gözlerime hiç görmemem gereken resimler çarpıyor. kalbime hiç girmemesi gereken duygular sonra…

haberlere giriyorum. ölen bir askerin annesinin feryadı var, terhis olmasına on gün varmış yavrusunun. modern insan refleksi bu da işte, en fazla on saniye sürüyor kalbimin sızısı. öbür habere meylediyorum. sınırda cenazesi on gün bekletilen 14 ypg’linin isim listesi var önümde. gördüklerime inanamıyorum. 97, 98’li çocuklar… 96’lılar gırla gidiyor. bu insanlar niye ölüyor? niye kimse umursamıyor? niye dışişleri bakanı her kararın en büyük terörist olan amerika’yla ortak alındığını söylemekte bir beis görmüyor?

yer: güvenpark’ın karşısı, yüksel caddesi’nin önü. eh sonunda! otobüsümün uzaktan da olsa görünmesi biraz gönlüme ferahlık veriyor. otobüsüm yaklaşıyor. neredeyse bir saate yakın beklemenin hiddetiyle herkes ön kapıya çullanıyor. haliyle arkada milletin binişmesini bekliyorum. o sırada gözüme orta kapıdan inen bir kör çarpıyor. inanılmaz güzel gülümsüyor. gözlerinin içi değil belki ama inanır mısınız ta kalbinin içi parlıyor. öyle güzel ki sanki betimlesem kirletecek gibiyim.

bir adam yardım için koluna meylediyor. bir omuz hareketiyle savuşturuyor adamı otobüsün son merdivenini de geride bırakırken. yüzünde güllerle, bastonunu sert sert yere vurarak bana doğru geliyor. şaşırıyorum. sonra etrafında döneleyerek bastonunu vurmaya devam ediyor. ne yaptığına anlam veremiyorum. bir anda yine aynı tonda ama biraz daha uzakta başka bir baston vurma sesi geliyor. heyecanlanıp hemen arkamı dönüyorum. bir kör kız neredeyse tüm gücüyle elindeki bastonu yere vurarak bize doğru koşuyor. yeniden önüme dönüyorum. bizim oğlan heyecandan zıplayacak neredeyse, mutluluktan bastonu yere zorla vuruyor. aralarından çekiliyorum.

-sanki aralarına herhangi biri girebilirmiş gibi…-

karşı karşıya geliyorlar. utanarak sıkılarak ama neredeyse ikisi de sevinçten  yer çekimini aşacaklarmış gibi karşılıklı bastonlarını yere vurup duruyorlar. sonra mı? sonra dönüp gidiyorlar kızılay’a doğru yüzlerinde gülücüklerle. yerime çakılmışım. arkalarından bakakalıyorum. accık sonra da kız işte boynunu büküveriyor da oğlanın omzuna düşüveriyor saçları…

ben…

ben bu gözlerle gördüklerime inanamıyorum belki ama,

biliyorum onlar görmediklerine inanıyorlar.

merhamet..

sevgi…

sadakat…

şefkat…

ve

aşk…

ömer burak tek, altıağustosikibinonbeş, ankara.