yürek enfarktı veya bursa’da zamanDenemeler
arka fonda “charles aznavour’dan “parce que tu crois” çalıyor. yüreğim çalı çırpı. nefesimi toplamak için derin derin nefes alıyorum. bursa’nın muhteşem manzarası ayaklarımın altında. küçük küçük çayımı yudumluyorum. bir yandan da lüks yalnızlıkları, kalp sızılarını, hiçbir şeyden emin olamamaları, profesyonel münafıklıkları, yara izi gibi tebessümleri, ideolojik saplantıları, sosyolojik gerçekleri, bir tutam da gözyaşlarını katıyorum çayıma. neden sonra bir hışımla otel odasının balkonundan içeriye giriyorum. bir çırpıda üstümü değiştirip kendimi dışarı atıyorum. kültür park’ın ihtişamlı dinginliği, ağaçların hışırtısı, yeni bir hayata başlamanın telaşı içime doluyor burada. soğuktan üşümüş burnumun ucuna parmağımla çarpıyorum bir tane. (kırmızı burunlar hep komiğime gitmiştir.) kültür park’tan çıkayazarken gülüyorum kendime. hırslarıma, bazen kendimi anlatmak istemeyişimden bazen anlatmak isteyip beceremeyişimden düştüğüm durumlara, iyi ve güzel bildiğim şeylerin zaman içerisinde boğazıma duruşuna, ilmek ilmek ördüğüm ilişkilerin içinden geçişime… ayaklarım beni ismini hep duyduğum ama bir türlü görmek nasip olmamış bir yere doğru götürüyor. arap şükrü! arap şükrü’ye adımımı atar atmaz ayaklarım yerden kesiliyor. sanki bir bin bir gece masalları’nın içinde gibiyim. aynı masanın bir köşesinde kahkahalar yükselirken diğer köşesinde hüzünler yere dökülüyor. bir yanda kemanlar çalarken, diğer yanda şarkılar yükseliyor. sandalyeyle dolup taşmış sokaktan hiçbir anı kaçırmama telaşıyla usul usul geçiyorum. sokağın bitiminde şöyle kafamı çevirip bir daha bakıyorum arap […]
arka fonda “charles aznavour’dan “parce que tu crois” çalıyor. yüreğim çalı çırpı. nefesimi toplamak için derin derin nefes alıyorum. bursa’nın muhteşem manzarası ayaklarımın altında. küçük küçük çayımı yudumluyorum. bir yandan da lüks yalnızlıkları, kalp sızılarını, hiçbir şeyden emin olamamaları, profesyonel münafıklıkları, yara izi gibi tebessümleri, ideolojik saplantıları, sosyolojik gerçekleri, bir tutam da gözyaşlarını katıyorum çayıma.
neden sonra bir hışımla otel odasının balkonundan içeriye giriyorum. bir çırpıda üstümü değiştirip kendimi dışarı atıyorum. kültür park’ın ihtişamlı dinginliği, ağaçların hışırtısı, yeni bir hayata başlamanın telaşı içime doluyor burada.
soğuktan üşümüş burnumun ucuna parmağımla çarpıyorum bir tane. (kırmızı burunlar hep komiğime gitmiştir.) kültür park’tan çıkayazarken gülüyorum kendime. hırslarıma, bazen kendimi anlatmak istemeyişimden bazen anlatmak isteyip beceremeyişimden düştüğüm durumlara, iyi ve güzel bildiğim şeylerin zaman içerisinde boğazıma duruşuna, ilmek ilmek ördüğüm ilişkilerin içinden geçişime…
ayaklarım beni ismini hep duyduğum ama bir türlü görmek nasip olmamış bir yere doğru götürüyor. arap şükrü! arap şükrü’ye adımımı atar atmaz ayaklarım yerden kesiliyor. sanki bir bin bir gece masalları’nın içinde gibiyim.
aynı masanın bir köşesinde kahkahalar yükselirken diğer köşesinde hüzünler yere dökülüyor. bir yanda kemanlar çalarken, diğer yanda şarkılar yükseliyor. sandalyeyle dolup taşmış sokaktan hiçbir anı kaçırmama telaşıyla usul usul geçiyorum. sokağın bitiminde şöyle kafamı çevirip bir daha bakıyorum arap şükrü’ye.
ne tuhaf! güzel bulduğum hiçbir şeyin içine kendimi yakıştıramıyorum. ben hep sokağın bitimindeyim, hep güzelliğin yanı başında ve ona bakan. ama içinde değil, dahilinde değil, oraya ait değil, o masalardan birinde oturanlardan değil.
***
ulu camii’deki yüzlerce yıllık figürlere bakıyorum. bu figürlere bakarken hayrete düşmesi için kodlanmış sosyolojik kabullerimle zihnim çarpışıyor. zihnimi kapatıp bu sefer kalbimi açıyorum bu figürlere. kalbim konuyu tartışmaya bile açmıyor. defaatle ret! heybeme ulu camii’de yalnızca sadece bir vakit namazı kılmak düşüyor, ardısı kocaman bir boşluk. ne zihnimde ne de kalbimde bir yer açılıyor burada.
ulu camii’nin bana niye hiçbir şey ifade etmediğini düşüne düşüne osman gazi türbesi’ne doğru salınıyorum. osman gazi türbesi’ne ziyaretim ise yaklaşık 13 saniye sürüyor. onca yol teptiğim, görmek için heyecanlandığım yer levent’teki astoria’dan, evimizin yakınındaki koca koca 20 katlı site binalarından farksız geliyor gözüme. belki biraz daha şirini…
sonra tepeden bursa’ya bakıyorum. 2 bina hançer gibi saplanmış bursa’nın gökyüzüne. “bir insan evladı bir şehre niye bu kadar eziyet eder?” diye düşüncelere dalıyorum. “keşke” diyorum, “hiç çıkmasaydım otelden, uzatsaydım ayaklarımı kitabımı okusaydım.”
can sıkıntısıyla otele dönüş istikametine meyletmişken saltanat kapısının hemen bitişiğinde, “balibey han” diye bir yer gözüme çarpıyor sonra. daracık kapısından söylene söylene geçiyorum. aklımın ucundan bile geçmezken bu kadar muhteşem bir yerle karşılaşmak ben de annenin yeni yıkadığı nevresim takımında uyumuşum hissiyatı uyandırıyor. mis…
günün bu saatinde tüm dükkanlar kapalı. biri hariç. kulağıma çalınan klasik müzik tüm ruhumu ele geçiriyor, istikamet: kapısı açık tek dükkan!
***
“ellerinize sağlık aylin teyzecim, gerçekten teşekkür ederim, bunlar çok güzel.”
“teşekkür ederim ilgin için, ama neden teşekkür ettin?”
“bilmem, güzellikler beni heyecanlandırır.”
hepsi el yapımı bir sürü eşya alıyorum oradan. betimlenemeyecek kadar güzel tablolar… uzun uzun her birinin hikayesini dinliyorum. tuhaf, normalde insanlarla göz göze gelemem. aylin teyzeyi dinlerken içimi görmesinde bir telaş duymadığım dinginlikle göz göze gelebiliyorum kendisiyle.
konuşmadan uzun uzun vedalaşıyoruz. tam çıkacakken arkamdan sesleniyor,
“sana bir kitap ayracı hediye edebilir miyim?”
“ah, tabi, çok mutlu olurum.”
bir minyatür gösteriyor, osmanlı’da bir şehri sembolize eden bir minyatür… kitap ayracında ise o minyatürün bir parçası var. özenle her bir parçanın üzerinden geçilmiş. ulu camii’de kapanan hem zihnim hem kalbim şimdi elimde tuttuğum ayracın heyecanını yaşıyor.
“teşekkür ederim.”
“ben de teşekkür ederim.”
niçin teşekkür ettiğini sormuyorum. gülümsüyorum, gülümsüyor.
haftalarca her karışını arşınladığım bursa’da bende geriye bir o ayraç, bir de o tebessüm kalıyor
ömer burak tek, istanbul, üsküdar, 15 ocak 2019