ankara-ulus’taki gazino ahu veya milletini oluşturamamış bir devlet: "türkiye"Denemeler

Sene 1792. 1789 Fransız İhtilâli’nin daha hemen üç yıl sonrası. Fransızlar ihtilâlle monarşiyi yıkmanın ceremesini çekiyor; monarşiyle yönetilen tüm Avrupa, dayanmış Fransa kapılarına. Yer: Fransa’nın Valmy köyü. İngiltere ve Avusturya’nın bol desteğiyle Prusya ordusu baldırı çıplak Fransa’nın karşısına arslanlar gibi dikilmiş. Arslanlar gibi dediğime bakma, ismi ”Prusya” olan adamdan ne hayır gelecek? Tüm Avrupa’da olduğu gibi Prusya ordusunun çoğunluğu paralı asker, üzerlerindeki teçhizât da İngiliz’in. Fransa ordusunun da yarısı paralı asker, diğer yarısı ”gönüllü”. Fransa ordusu; tarihteki ilk ”vatandaşlar ordusu”.  Savaş kızışıyor, ağır topçu yağmurundan sonra namussuz Prusya daha da taarruza geçiyor. -Yemişim objektif tarihçiliği-. Böyle heyecanla anlattığıma göre de elbette olmayacak bir şey vukû buluyor: Fransız General Kellerman davudî sesiyle meydanlarda şöyle inliyor: ”Viva de nation!”, ”Yaşasın millet!” Bu çağrı sadece savaşın değil, tarihin de seyrini değiştiriyor. Bu çağrıdan sonra Fransızlar hem savaşı kazanıyor, hem 1815’e kadar Napolyon önderliğinde Avrupa’nın kaderini değiştirecek savaşlara kapı aralanmış oluyor, hem de tarihsel süreçte ilk defa ”ulus-devletlerin” meydana çıkmasına vesile olmuş oluyor. (vesile? he vallah aklıma başka bi’şi gelmedi.) Lakin Napolyon’un artistik patinajları elbette çok sürmüyor; Fransa yeniliyor ve milliyetçi akım 1815-1830 arasında durağanlığa girse de, Kellerman’ın ”viva de nation!” haykırışı daha sonraları halk isyanlarının en gözde sloganı oluyor.  Elbette milliyetçilik akımı sadece Avrupa’yla […]
4 Eki 2015 • Kişisel Blog

Sene 1792. 1789 Fransız İhtilâli’nin daha hemen üç yıl sonrası. Fransızlar ihtilâlle monarşiyi yıkmanın ceremesini çekiyor; monarşiyle yönetilen tüm Avrupa, dayanmış Fransa kapılarına. Yer: Fransa’nın Valmy köyü. İngiltere ve Avusturya’nın bol desteğiyle Prusya ordusu baldırı çıplak Fransa’nın karşısına arslanlar gibi dikilmiş. Arslanlar gibi dediğime bakma, ismi ”Prusya” olan adamdan ne hayır gelecek? Tüm Avrupa’da olduğu gibi Prusya ordusunun çoğunluğu paralı asker, üzerlerindeki teçhizât da İngiliz’in. Fransa ordusunun da yarısı paralı asker, diğer yarısı ”gönüllü”. Fransa ordusu; tarihteki ilk ”vatandaşlar ordusu”.  Savaş kızışıyor, ağır topçu yağmurundan sonra namussuz Prusya daha da taarruza geçiyor. -Yemişim objektif tarihçiliği-. Böyle heyecanla anlattığıma göre de elbette olmayacak bir şey vukû buluyor: Fransız General Kellerman davudî sesiyle meydanlarda şöyle inliyor: ”Viva de nation!”, ”Yaşasın millet!” Bu çağrı sadece savaşın değil, tarihin de seyrini değiştiriyor. Bu çağrıdan sonra Fransızlar hem savaşı kazanıyor, hem 1815’e kadar Napolyon önderliğinde Avrupa’nın kaderini değiştirecek savaşlara kapı aralanmış oluyor, hem de tarihsel süreçte ilk defa ”ulus-devletlerin” meydana çıkmasına vesile olmuş oluyor. (vesile? he vallah aklıma başka bi’şi gelmedi.) Lakin Napolyon’un artistik patinajları elbette çok sürmüyor; Fransa yeniliyor ve milliyetçi akım 1815-1830 arasında durağanlığa girse de, Kellerman’ın ”viva de nation!” haykırışı daha sonraları halk isyanlarının en gözde sloganı oluyor.  Elbette milliyetçilik akımı sadece Avrupa’yla sınırlı kalmıyor ve çok-uluslu Osmanlı’nın bağrına bir ateş gibi düşüyor. Bugünse Osmanlı bakiyesinden geriye Balkanlardan Anadolu’ya, oradan Afrika ve Orta Doğu’ya kadar elimizde bir sürü ulus-devlet kaldı.

”Elimizde kaldı” diyorum ama, elimizde bir şeylerin kalabilmesi önce bir ”bizin” olması gerekirdi. Oysa artık ortada bir ”biz” yok. Araplar Kurtuluş  Savaşı’nda sırtımızdan vuran hainler, Filistinliler kendi toprağını Siyonistlere peşkeş çekmiş hodfuruşlar, İranlılarsa elbette sahabe-i kiram efendimize hakaret eden sapık Şia’nın sapık takipçileri… Bu liste uzar gider. Ne diyordu hatırla 2. sınıfta Feryal hoca: ”Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!” Dokuz yaşındaydık ve elbette Feryal hocamıza hak veriyorduk; mü’minlerin kardeşliği resmî ideolojinin müfredatına girmiyordu o zamanlar illaki. (sanki şimdi giriyor gibi!)

Müfredatta boşalan yerleri  elbette bir şeyler dolduracaktı, öyle de oldu. Batı’dan ithal ettiğimiz milliyetçiliği ve ulus-devlet modelini yine Batı’dan ithal ettiğimiz değerler üzere inşâ ettik. Edebildik mi peki? Edemedik tabii. Başkentin ortası Ulus Meydanı’na Ahu Gazino’yu açtık. E haliyle bizim ulus devlet modelimizde iki şey eksik kaldı; birincisi ulus, ikincisi devlet. Tabi son yüz senelik Cumhuriyet pratiğinde Türklük üzerine inşâ edilecek bir ulusta Ahu Gazino’ya bile yer vardı ama Kürtlere yer yoktu. Asimilasyon politikaları resmî ideolojinin elinde patladı; ne Kürtler Türkleştirilebildi, ne de Aleviler Sunnîleştirilebildi. Bugünse elimizde laik, seküler, milliyetçi, muhafazakâr, küresel sermayenin boyundurukluğu altında politika üreten sığ merkez sağ zihniyet ve milletini (ulusunu) oluşturamış bir devlet var.

Velhâsılı, sermaye akışına engel teşkil eden çok uluslu yapının ilgâsı için yürürlüğe girmiş olan milliyetçilik akımı son iki yüzyıldır tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Küfrün tüm dünyaya tasallutunun sistematik hâli küreselleşmeye de son yüz metre kala artık milliyetçilik de yerini dünya vatandaşlığına bırakmaya, ulus devlet sınırları ise büyük sermayenin elinde kevgire dönmeye başladı. Bizimde bu hengamede elimizde ne yanından tutsak elimizde kalan bir ulus-devlet Türkiye, bir de her biri işbirlikçi ve taklitçi liderlerle donatılmış Müslüman coğrafya var.

Ya şimdi kendi şahsiyetimizi teşkil eden değerler üz’re bir bilinç inşâ edip, bunun mücahedesini vereceğiz; ya da gevurun aklıyla önümüze servis edilen kavramları kendimizden belleyip, bir daha asla küfrün tasallutuna diş bileyemeyecek kadar acze düşmüş bir hâle geleceğiz.

Benim tercihim birincisinden yana. Ömer Burak Tek 4 Ekim 2015