kayıtlarDenemeler
-ı- faiz sömürünün “kaynağı” değildir, sömürünün taşıyıcısıdır. sömürünün kaynağı bizzat sermayenin kendisidir. sömürü, bir malın üretimi sırasında emekçi kendi emeğini koyarken kapitalistin sermayeyi koyarak o üretilenden hak talep etmesiyle başlar. emek insandan âzâde değilken sermaye insandan âzâde bir şeydir. emek, hâliyle emekçiye aittir ama kapitalin kapitaliste ait olması gerekmez. velhâsılı kapitalizmde sömürü üretim aşamasında başlar. ücret karşılığında işçilerin emeğini piyasaya sunması zaten kapitalizmin doğası gereğidir. ”emeklerinin karşılığında ücret alıyorlar ya!” olsa olsa kötü bir şakadır. bugün “islâm ekonomisi” adı altında yürütülen çalışmaların çoğu yeşil kapitalizmdir. (dört başı mamur bir çalışma da zaten bulunmamaktadır.) zamanında yapılmış “adil ekonomik düzen” çalışmaları da kendi zamanı içinde kıymetlidir ama uzun zamandır üzerine hiçbir şey konulmamıştır. ”faiz sömürünün kaynağıdır” diyen birine sorulması gereken şudur: hiç faize bulaşmadan 200 bine mâl ettiği bir daireyi 500 bine satan bir müteahhitin yaptığı ya da hiç faize bulaşmadan sahip olduğu on daireyi 800 tl’den kirâya verip de hiç emek harcamadan aylık 8 bin tl cebe atan mülk sahibinin yaptığı sömürü değil midir? – eylül 1, 2016 -ıı- türkiye’deki birçok islâmî grup anti-siyonisttir ama anti-kapitalist değildir. ilk nesil islâmcı düşünürler emperyalizmin sömürü veçhesiyle karşılaşmış, o acıyla zulme ve sömürüye karşı feryat etmişlerdir. bu feryat ediş kapitalizmin dinamiklerini anlamaya evrilmemiş, sadece faiz […]
-ı-
faiz sömürünün “kaynağı” değildir, sömürünün taşıyıcısıdır. sömürünün kaynağı bizzat sermayenin kendisidir. sömürü, bir malın üretimi sırasında emekçi kendi emeğini koyarken kapitalistin sermayeyi koyarak o üretilenden hak talep etmesiyle başlar. emek insandan âzâde değilken sermaye insandan âzâde bir şeydir. emek, hâliyle emekçiye aittir ama kapitalin kapitaliste ait olması gerekmez. velhâsılı kapitalizmde sömürü üretim aşamasında başlar. ücret karşılığında işçilerin emeğini piyasaya sunması zaten kapitalizmin doğası gereğidir. ”emeklerinin karşılığında ücret alıyorlar ya!” olsa olsa kötü bir şakadır. bugün “islâm ekonomisi” adı altında yürütülen çalışmaların çoğu yeşil kapitalizmdir. (dört başı mamur bir çalışma da zaten bulunmamaktadır.) zamanında yapılmış “adil ekonomik düzen” çalışmaları da kendi zamanı içinde kıymetlidir ama uzun zamandır üzerine hiçbir şey konulmamıştır. ”faiz sömürünün kaynağıdır” diyen birine sorulması gereken şudur: hiç faize bulaşmadan 200 bine mâl ettiği bir daireyi 500 bine satan bir müteahhitin yaptığı ya da hiç faize bulaşmadan sahip olduğu on daireyi 800 tl’den kirâya verip de hiç emek harcamadan aylık 8 bin tl cebe atan mülk sahibinin yaptığı sömürü değil midir?
– eylül 1, 2016
-ıı-
türkiye’deki birçok islâmî grup anti-siyonisttir ama anti-kapitalist değildir. ilk nesil islâmcı düşünürler emperyalizmin sömürü veçhesiyle karşılaşmış, o acıyla zulme ve sömürüye karşı feryat etmişlerdir. bu feryat ediş kapitalizmin dinamiklerini anlamaya evrilmemiş, sadece faiz gibi islâm’da haram olan şeylere bir eleştiri olarak kalmıştır. türkiye özelinde de modern, seküler, kapitalist bir ulus-devlet inşâsı 1930’dan sonra kemâlizm’in chp programına girişiyle başlamıştır. bu hengamede müslümanların kamusal alana yönelik bir şeyler teklif etme potansiyeli tamamen iğdiş edilmiş ve müslümanlar muhafazakârlığın kucağına itilmiştir. üstten inmeci her yenilik alttan üstte ”din” adına muhafaza edilmiştir. daha sonra ise islâmî algı ”anti-komünist”liğe evrilmiş, türkiye dâhilinde amerika politikalarının meşrû hâle gelmesinde en işlevsel araç olmuştur. bugün de zaten gelinen nokta ortadadır. bir eline sermaye bir eline iktidar verilen müslümanların sistemle herhangi bir alıp veremediği bulunmamaktadır. – eylül 2, 2016
-ııı-
bu hayatta en sevmediğim şeylerden birisi de ciddi meselelerin laçkalaştırılması, içinin boşaltılması, ayağa düşürülmesi. zulmü, sömürüyü, adaletsizliği, babamın haftanın her günü çalışmasını, benim patates çuvalı gibi her sabah 6 buçukta otobüse tıkıştırılışımı, yeğenimin her gün annesinden mahrum kalışını, her yıl yüz binlerce insanın tamamen önlenebilir hastalıklardan ölüşünü, bir avuç insan dünyanın tüm zevk-ü sefasını sürerken geri kalan milyonlarca insanın sadece karnını doyurmak için yeni bir güne uyanışını espri konusu yapmak, buna karşı direnişi ”mandıra filozofu” gibi saçma sapan film karakterleriyle özleştirmek, küresel sermayenin ve sahiplerinin hegomanyasına diş bilemeyi bol reytingli dizilerde ”kırmızı ışıkta durmadan yoluna devam etme” gibi saçma sapan şeylere indirgemek hakikât-en canımı çok sıkıyor. görünen o ki bizim ne bulldog konseptli berkecanlarla ne de kimyasal destekli leydilerle yürünecek bir yolumuz yok.
– eylül 3, 2016
-ıv-
tüm türkiye’de kitap mütalaaları başlatsak. yaptığımız okumaları raporlayıp birbirimizle paylaşsak. sonra iki ayda bir iller arası katılımın olacağı büyük sempozyumlar düzenlesek. sempozyumun sonuçlarını kongrelerle üniversitelere taşısak. kapitalizm, kadın, kültür ve medeniyet, iktidar, şiddet, kürt sorunu, milliyetçilik, bop, israil, ortadoğu… üzerine on binlerce insanı ikna edecek bir ses yükseltsek. sadece sorunların tespiti ve teşhisini değil, aynı zamanda tedavisini de ortaya koysak. sonra bu sesimizi pakistan’a, libya’ya, iran’a, türkmenistan’a, yunanistan’a, ingiltere’ye taşımanın yollarını arasak. gündemi kaçırmadan şu anda gündemdeki problemlerin kaynağına inecek bir cehd ortaya koysak. sosyal demokratların, anarşistlerin, liberallerin, milli görüşçülerin, türk milliyetçilerinin, islâmcıların, muhafazakâr demokratların, ak partililerin, chp’lilerin, sol ve yeşiller partisi müntesiplerinin, tasavvuf ehlinin, selefilerin ve daha sayamadığım bilumum toplumsal katmandaki insanın ”burada dinlenmeye değer bir şeyler var” diyeceği bir seviye tuttursak. ”yüreğindekini samimiyetle ifade edersen yalnız olmadığını görürsün” demişler. demek ki ya yüreğimizde ya da samimiyetimizde bir sıkıntı var. inanıyorum iyiyi ve güzeli kardeşçe ve omuz omuza inşâ edebiliriz…
– eylül 4, 2016
-v-
biz biliyoruz ki bu dünyadan göçeceği sırada allah resûlü’nün borcu karşılığında bir yahudi’de zırhı bulunuyordu. yine biz biliyoruz ki fâizin haram kılındığı âyetler vahyin son demlerinde gelmişti. bu demektir ki âsr-ı saadet’teki ”saadet” ile keynes’in ”refâh devleti” arasında bir anlayış farkı var. bu demektir ki herkesin daha iyi şartlarda yaşayacağı, daha konforlu bir hayat süreceği, emeğinin karşılığını daha çok alacağı bir düzen tasavvuru şehrin bir ucundan gelen adamın teklifi değildi. bu demektir ki işçi ölümlerine karşı, sermayenin hegomanyasına karşı, kapitalizmin işleyiş çarklarına karşı ”islâm bize yeter” demek yetmiyor. bu demektir ki anti-sekülerist olarak söylem üreten islâmcılık dahi seküler bir mevzîden sekülerizmi eleştiriyor. bu demektir ki ”kimseye sây ve gayretinden fazlası yoktur.” (necm, 40) âyetinden islâm ekonomisinde yalnızca emek vardır diyenler de ”allah kullarını dilediğince rızıklandırır.” (mâide, 65) âyetinden hareketle islâm ekonomisinde tabiî ki de özel mülkiyet vardır diyenler de kuyuyu ters çevirince minare olacağı tongasına düşmüşler. neyse, demişler ki bir yazıda kuyudan bahsediliyorsa illaki o kuyuya düşülmüştür. çıkacağımız günü dört gözle bekliyorum.
– eylül 5, 2016
-vı-
şimdi şu yazıyı tek tek satır satır beraber okuyalım;
1. öncül= ”mal yalnızca allah’ın mülküdür.” 2. öncül= ”insanoğlu allah’ın halefidir.” 1. sonuç= ”malın bilfiil mülkiyeti ferttedir.” 2. sonuç= ”islâm’da özel mülkiyet vardır.” (!?)
özel mülkiyet dediğimiz şey bir avuç insan üretim araçlarını mülk edinmişken diğer milyonlarca insanın emeklerini ortaya koyarak o üretimden pay kapmaya çalışmasıdır. madem allah benim de allah’ım ve mülk o’na ait… ve de bir insanoğlu olarak ben de allah’ın halefiyim; e o hâlde neden allah’ın olan o malın mülkiyeti ben de değil de aydın doğan’da, ali koç’ta?
daha basit nasıl anlatabilirdim bilmiyorum. sesimin duyulmasını çok istiyorum. en basit ifadeyle şunu söyleyeyim: bugün kendisine anti-kapitalist diyen birçok islâmî grup ilk iktidar pratiklerinde neo-liberal politikalara saplanacaktır, hiç kuşkunuz olmasın. ayrıca ”ne sağcıyız ne solcuyuz” slogandan ibarettir, şu anda türkiye’deki tüm islâmî hareketler yüzü örtük sağcıdır.
”umut gerçeği görmeye başladığımızda doğacak.” diyor atasoy müftüoğlu. kendimizi kandırmayı bırakıp iktisat, sosyoloji, ortadoğu, uluslararası ilişkiler… üzerine fikir atölyeleri açsak öyle güzel olacak ki…
– eylül 6, 2016
-vıı-
bolluk paradoksu, üretimin bol olduğu yıllarda, çiftçi gelirlerinin azalmasını açıklayan olaydır. gregory king tarafından bulunduğu için ‘kral kanunu’ da denir. bolluk paradoksu bize şunu söyler: tarım ürünleri ‘esnek olmayan’ ürünler olduğu için fiyat değişmeleri karşısında talepte çok büyük değişmeler görülmez. e talep aynıyken sen piyasaya çokça ürün sürersen ne olur? fiyatlar düşer. hem çok ürün üretmek için onca emek harcadın hem de ne oldu? zarar ettin. oysa yapman gereken neydi? hanımdan tarladan gelmiş domateslerle şöyle bolcana domatesli bir melemen istemek, melemenin dibini de iyicene sıyırdıktan sonra kamyonlar dolusu domatesi boş bir çukura dökmek. domatese ve menemene andolsun ki kapitalizmde düşünen çiftçiler için ne de çok ibretler vardır.
– eylül 8, 2016
-vııı-
sırf tesettürlü diye bir kadın sosyal ya da bireysel bir şiddete uğradığında nasıl sesimizi yükseltiyorsak, sırf açık giyindiği için bir kadın sosyal ya da bireysel bir şiddete uğradığında da aynı şekilde sesimizi yükseltmemiz gerekir. adaletiyle hiç akıllarına gelmeyen hz. ömer’i, malının tamamını islâm yolunda infâk eden hz. ebûbekir’i, habeşli bilâl’in kalbine girmiş hz. peygamber’i, tüm insanlığa bir teklif olan islâm’ı sadece otobüste açık gördüğü bir kadının yüzüne tekme atarken hatırlayanların elbette bir kalbi yoktur.
– eylül 18, 2016
-vııı-
her devrim muhafazakârlaşır; her iktidar yozlaşır; her savaş barışa, her barış savaşa evrilir. her firavun’un bir musa’sı, her ebû cehil’in bir muhammed’i, her putun bir ibrahim’i vardır. bütün mesele bu hengâmede bizim tavrımızdır, bizim nerede durduğumuzdur, bizim hangi mevzîyi sahiplendiğimizdir. ne âdil bir ekonomik düzene ne de güllük gülistanlık bir dünyaya inanıyorum. sanırım tek gerçek; her sabah daha kötü bir dünyaya uyanıp, her gece iyi ve güzel için daha çok yorgun düşmekten başka bir şey değil.
– eylül 22, 2016
– ıx-
vücudunu satmaktan veya intihar etmekten başka seçeneği olmayan trans bireyler hakkında ne düşünüyorsun? temmuz ayında en az 133, yılın ilk yedi ayında ise işçi cinayetine kurban giden 1049 kişi hakkında ne düşünüyorsun? patronu üretimin hızlanması için sensörü kapattığından dolayı başı pres makinesine sıkışan 13 yaşındaki ahmet hakkında ne düşünüyorsun? aynı ahmet gibi son üç buçuk yıl içinde korkunç şekilde can veren 196 çocuk hakkında ne düşünüyorsun? mealciysen hangi ayet seni bunu düşünmekten alıkoyuyor? tasavvuf ehliysen hangi şeyh seni bunu düşünmekten alıkoyuyor? particiysen hangi lider seni bunu düşünmekten alıkoyuyor? nurcuysan hangi risale seni bunu düşünmekten alıkoyuyor? milliyetçiysen hangi türklük özelliğin seni bunu düşünmekten alıkoyuyor? ha ”benim bunlara ayıracak zamanım yok” diyorsan, zaten seninle konuşabileceğimiz de çok fazla bir şey yok demektir. sen bir hafta habertürk’te cübbeli ahmet hoca’yı, diğer hafta da tv8’de ona cevap veren emre dorman’ı izlemeye devam et kardeşim.
– eylül 22, 2016
-x-
bir kitap okuyorsun. bir yazı yazıyorsun. bir selam veriyorsun. bir çay ısmarlıyorsun. yeni biriyle tanışıyorsun. eski biriyle tartışıyorsun. susuyorsun. konuşuyorsun. her gece iyiye ve güzele dair toprağa bir tohum atıp, her sabah daha kötü bir dünyaya uyanıyorsun. her gün, her gün, her gün biraz daha kaybediyorsun. etrafında kimse kalmıyor. sabah oluyor. güneş açıyor. 657’ye giden yolları biraz daha aşındırıyorsun. face’yi açıyorsun beğeni alıyorsun, kapatıyorsun uçsuz bucaksız yalnızlık. sonra bir daha kitap okuyorsun. bir daha yazı yazıyorsun. sonra bir daha, bir daha, bir daha…
– ekim 14, 2016
-xı-
herkes emperyalizmden şikayetçi ama bir kişi de çıkıp kendi tembelliğimize diş bilemiyor. kimse kendi konforunu tartışmaya açmıyor. kimse facebook’un başından kalkıp iyiye ve güzele dair tek bir adım atmaya yanaşmıyor. kitap okumak bile bize zül geliyor. ne işimiz bitiyor ne kariyer planlamamız ne de kişisel gelişim programlarımız ama sorsan ”büyük şeytan amerika”, ”kahrolsun israil”.
– ekim 18, 2016
herkes düşman bellediğine hakikât savaşçısı kesiliyor ama sıra kendi partisine, kendi cemaatine, kendi ideolojisine, kendi arkadaşına, kendi menfaatine gelince herkes suspus oluyor. azbiraz cedelleşince başlıyor “siyaset gereği, şartlar gereği…” demeye. o karşıt bildiğini eleştirirkenki üslubundan eser kalmıyor. bir anda realiteler, mekanizmalar, gerekler havada uçuşuyor. velhâsılı birileri gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor, biz de aval aval bakıyoruz.
– ekim 22, 2016
nerede durduğun ne söylediğinden çoğu kez daha önemlidir. ali bulaç’ın bize onlarca kitabının veremeyeceği kadar önemli bir derstir bu. mesela hem ülkücülerle yanyana durup hem de ülkücüler eliyle önder’de yakılan dükkanlar için “benim alakam yok” diyemezsin. hem pkk’lılarla yanyana durup hem kızılay’da patlayan bombalar için “benim bir alakam yok” diyemezsin. çünkü sen zalimleri meşru hale getirmişsindir ve en az onlar kadar suçlusundur. – ekim 22, 2016
-ı-
biz müslümanız. serbest piyasa şartlarına uygun islâmi konseptli bir yaşam değil; allah ve rasûlü nasıl istiyorsa öyle bir yaşam istiyoruz. çanakkale’de ölenler veya tankın altına yatanlar kimin rızasını gözeterek ölüme yürüdüyse biz de o’nun rızasına uygun bir hayat istiyoruz. islâmî iradenin iktisât başta olmak üz’re siyasi ve toplumsal tüm katmanlarda kendine hayat bulmasının imkanını açmak istiyoruz. islâm folklorik bir unsur veya kültürel bir öge değil; bizzat hayatımızın, ailemizin, toplumumuzun başat belirleyeni olsun istiyoruz. iman ediyor ve haykırıyoruz ki: afili özgürlük beyannamelerinde yeri olmasa da, müslümanların müslümanca yaşama talebi demokratik bir hak değil, islâmî bir vecibedir.
– beklentisiz bekleyiş, 1
-ıı-
kemâlizm, batı avrupa’da neşet etmiş modern değerlerin bu topraklardaki pratiğidir. hem yerel hem evrenseldir; bu manada orijinaldir. kemâlizm üstten inmecidir; kurucu elitin fikriyâtı, halkın kafasına vura vura halka benimsetilmeye çalışılır. okunan tüm darbe metinlerinde ”atatürk ilke ve inkılapları” vurgusu kemâlizm’in doğası gereğidir. kemâlizm, modern, seküler, kapitalist bir ulus-devlet inşâsıdır. zaten bu kavramlar birbirleriyle mündemiçtir. meclisteki iki ideoloji partisi de (chp ve mhp) kemâlizm’in farklı iki tezahürüdür; diğer ikisi zaten kitle partisidir. kemâlizm’den bize miras iki parti kalmıştır; biri modern/seküler değerlerin taşıyıcısı chp, biri de millî/ulusal değerlerin taşıyıcısı mhp’dir.
– beklentisiz bekleyiş, 2
-ııı-
başına ‘islâmî’ ibaresi konmuş her şey, serbest piyasada vâr olan müslüman talebi karşılamak için piyasaya sürülmüş metalardan ibarettir. bir mal domuz yağı içermiyor diye helâl olmaz, üretilirken binlerce emekçinin alın terini de sömürmemesi gerekir. biz müslümanız ve helâl sertifikalı ürünler istemiyoruz; kimsenin ne zulmettiği ne de zulme uğradığı hak ve adalet üz’re bir ekonomik düzen istiyoruz.
– beklentisiz bekleyiş, 3
-ıv-
türkiye’nin sosyolojik yapısının dini istismar etmeye bu denli teşne olmasının nedenini kemâlizm’de aramak gerekir. kemâlizm’in kendisinde tecessüm ettiği cumhuriyet’in kurucu eliti, islâm’ı salt bir kültür olarak ele almış, üstten inmeci ve âni modernleşme hareketleriyle toplumsal hafızayı iğdiş etmiştir. osmanlı modernleşmesi küresel sistem içinde osmanlı’nın varlığını öyle ya da böyle devam ettirebilmesi için işletilirken, cumhuriyet modernleşmesi katıksız taklitçidir. velhâsılı bu taklitçilik, kim olduğunu bilmeyen; kimliksiz bir toplum yaratmıştır. ayrıca kemâlizm’in, topluma kim olduğunu söyleyecek, sızdığı tüm toplumsal katmanlardan dini çıkartıp, yerine kendi ideolojisini zerk edecek bir kalibresi de bugün daha da rahat görülüyor ki hiçbir zaman olmamıştır. işte bu hengamede toplum kendi problemini kendi çözmüş ve devletin resmî ideolojisine karşı sığınabileceği ara platformlar inşâ etmiş, ikincil kurumlar oluşturmuştur. bu kurumları var eden ana saik allah rızası değil; birincil kurumlara olan dipsiz nefrettir. öyle ki, gerekirse ümmet için kendi cennetinden vazgeçecek ama davasından yine de dönmeyecektir. bu zihinsel bir sapmadır ama neden değil, sonuçtur. müsebbibi medeni kanunu isviçri’den, ceza kanunu italya’dan, eğitim kanunu fransa’dan, ticaret kanunu almanya’dan, askeri kanunu amerikadan, öldüğünde de islâmî usüllere göre gömülen bir toplum yaratmaya çalışanlardır.
– beklentisiz bekleyiş, 4
-v-
önümüze iki seçenek sunuyorlar: ya amerikan menfaatleriyle uyumlu ılımlı müslümansın ya da ışid’ci, katil, terörist, radikal müslüman. bu seçenekleri reddediyoruz. doğru cevap c şıkkı; en büyük terörist amerika’dır. önce özgürlük ve demokrasi anlatısıyla islâm coğrafyasına müdahil oluyor; sonra da islâm ve hilâfet savunusu ile müslümanları terörize ediyor.
– beklentisiz bekleyiş, 5
-vı-
karşıt bildiğimizin, düşman bellediğimizin karşısında hakikât timsâli kesiliyor da, kendi nefsimize, kendi partimize, kendi düşüncemize, kendi mezhebimize, kendi konforumuza, kendi kişisel ikbâlimize… toz kondurmuyorsak karşıt bildiğimizden, düşman bellediğimizden aramızda tam olarak ne fark kalıyor? – beklentisiz bekleyiş, 6
-vıı-
biz beşeriz, hata ederiz. mütemadiyen kalbimiz kırıktır. zaten hiç kimse anlamamıştır bizi. müzmin yorgun ve yoğunuzdur. yel almış olsa gerek, boynumuzda bir ağrı her daim mevcuttur. en çok onu biz sevmişizdir zaten. iyi ve güzel elbet mümkündür ama elimize fırsat geçmemiştir. her gece ölümden bir cüzdür. her sabah aldanıştır. kentin ışıkları ile rabb arasında uzlaşmaz bir bağ vardır. bakacağımız bir güneşimiz yoktur ki ibrahim olalım. firavun’la bir alıp veremediğimiz yoktur ki musa olalım. bizim kaçacağımız bir mağaramız yok ki bir melek gelip kalbimizi yarsın. en çok haticelerin kariyer planlaması salık verdiği aile içi toplantılarda biz kime muhammed olalım. yerden otuz metre yükselikte, yüz metre karelik evlerde biz delirmek hakkını hangi yürek sahibine anlatalım. – beklentisiz bekleyiş, 7
-vııı-
insanın bu dünyaya dair tasavvurları bir köpeğin belediyenin diktiği ağaca işemesiyle parkı kendinden menkul bilmesinden öte değildir. modern insanın da sorunu tanrıtanımazlığı değil, bilakis kendisinin tanrılık iddiasıdır. bunca telaşı hakikâtin yüzüne çarpılacağı ana hazır olamayışındandır. kimyasal destekli leydilerin veyahut bulldog konseptli berkecanların kötüye diş bileyişleri piyasa gereğidir. ölüm vardır ve bu her gece mü’minlerin kalbinde sızıdır. hz. muhammed kureyşli kuru ekmek yiyen bir kadının oğludur; bizim sevdalarımız dahi orta sınıf.
– beklentisiz bekleyiş, 8
-ıx-
civilization medeniyet değildir. annemin beyaz saçı kalbime saplanmış bir yaradır. anadolu’nun kapıları türklere malazgirt savaşı’yla açılmıştır. 17 milyon insanla beraber pursaklar’a doğru yaptığımız otobüs yolculuklarında en çok ehl-i sünnet ve’l cemaat dedişkolara yer vermişliğim vardır. yine aynı otobüste on yedi yaşındaki engelli çocuğunu bebek arabasıyla taşıyan bir komşumuzu görmüşlüğüm de vardır. baş başa bağlı, baş da allah’a bağlıdır. başımızın volvo marka arabayla cuma namazında yanıma seğirtişi elini sıkmamam için ne de afili bir sebeptir. şimdi din ve ideolojiyi iyi ayırmak gerekir. ha bir de şimdi maslahat gereği susarsak ileride güzel günler bizimdir. o değil de, ölüm var ve bu konu çok ciddi.
– beklentisiz bekleyiş, 9
-x-
hayatımın hiçbir kertesinde suçluya, katile, teröriste, zalime, sömürgeciye tüm cürmü yükleyip kendimi temize çıkaramadığım için bir türlü tam manasıyla mutlu bir insan olamadım. şimdi de ”kahrolsun pkk!” deyip işin içinden sıyrılıveremiyorum, ”lanet olsun sana fetö!” deyip kalbimi mütmain edemiyorum,”darbeci pislik amerika!” deyip kafamı yastığa rahatça koyamıyorum. inanıyorum ki tüm bunlar biz ayağa kalkmadığımız için oluyor. bundan iki sene evvel gözü yaşlı elinde beyaz bayrak ekmek almaya giden kürt bir kız çocuğunu gördüğümüz hâlde kalbimiz çatlamadığı için oluyor. tembelliğimiz ve ataletimiz gayretimize ve cehdimize galebe geldiği için oluyor. kötüye diş bileyişi hobi faaliyeti olarak yürüttüğümüz için oluyor. iyi ve güzel için kardeşçe ve omuz omuza harekete geçmediğimiz için oluyor. mazeret ve bahane üretmeye bu kadar meyilli olduğumuz için oluyor. ”kahrolsun pkk!” demek yetmez; ”kahrolsun bizim ataletimiz, kahrolsun bizim ucuz tartışmalarımız, kahrolsun derdi ve öfkeyi hafife alışlarımız, kahrolsun bizim, bizim, bizim…” de dememiz gerekiyor.
– beklentisiz bekleyiş, 10
-xı-
”ben olmam gereken yerde olayım. belki oraya hiç gelen olmaz; ama bir gelen olursa benim vefasızlık ettiğimi düşünüp ye’se kapılmasın.” diyor ismet özel. benim için de bu ”düşüncenin inşâsı” adı altında yaptığımız kitap mütalaaları biraz öyle. onun için tanışma toplantımıza ”hiçbir şey yapmamak üz’re eve de dağılabiliriz, ‘hakikât-en’ bir şey yapmak için harekete de geçebiliriz” diyerek başladık. hiçbir şey yapmama seçeneği hep oradaydı yani. tercihimiz ikinciden yana oldu ve ‘bir şey yapma’ kararının akabinde bu kitap mütalaalarını başlattık. velhâsılı biz olmamız gereken yerdeyiz. belki oraya hiç gelen olmaz; ama bir gelen olursa bizim vefasızlık ettiğimizi düşünüp ye’se kapılmasın.
– beklentisiz bekleyiş, 11
-xıı-
dünya üç şeyle kaimdir: zaman, mekan ve eşya. her din ve ideoloji dünyaya dair teklifini bu üçlü sacayağı üzerine kurar. islam’ın ilk ve öz kaynaklarının dünya öngörüsü ile tasavvufun dünya öngörüsü arasında derin uçurumlar vardır. örneğin islam’da bir senelik iaşeyi sağlayacak kadar mal biriktirmek olumlanmışken, tasavvufta sadece “bugün” vardır. islam’da eşya insanın kullanımı için hizmetine sunulmuşken, tasavvufta insanla eşya vahdet-i vücutta eşitlenir. metinlerinde yerilse bile tasavvuf miskin ve tamamen tüketici bireyler oluşturur. tasavvuftan üretim toplumu çıkmaz. tasavvufta emeğin karşılığı yoktur. her nimet allah tarafından kuluna ikram edilmiştir. bu manada mal sahiplenme de gelişmiştir. kapitalizmi vareden bilindiği üz’re kalvinizmdir. kalvinistler çalışmayı ibadet olarak görür ve “yatırım yapmak” ilahi bir ritüeldir. tasavvufta ise gelecek için yatırım yapma gibi bir şey söz konusu değildir; eşya bugün içindir ve gün içinde tüketilmelidir.
-ı-
milliyetçilik, kendine has ritüelleri ve kutsalları olan, modern ulus-devletlerin yeni dinidir. milliyetçilik, vatan dahilindeki yurttaşların birbirini sevmesi değil; diğer ulusların yurttaşlarından kendini üstün görmesidir. her din gibi milliyetçilik de kendi mitini, efsânesini, kahramanını, kutsalını, kutlamasını, âyinini, ahlâk örgüsünü ve kendi için feda olacak şehitini yaratır. milliyetçilik tanım itibariyle bir ulus-devlet yaratma sürecidir. türk milliyetçiliği de bir ulus inşâsı için kürtlüğü asimile ve inkara tekabül eder. kürtlerin ulus-devlet talebine ”islâm’da milliyetçilik yoktur” diyebilmek için türklerin önce kendi ulus-devletlerini sorgulaması gerekir. kürtler, bu ülkede eğer kürt milliyetçiliği yaparsa kâfir, türk milliyetçiliğine eklemlenirse ümmet-ten oluverir. 1930 itibariyle de, türk milliyetçiliği gevûrlara karşı değil, kürt etnisitesine husûmet besleyerek kendine bir hayat alanı bulmuştur. müslimsek ve bu iddiayla on yedi saat aç kalmaya da nazmet olmuşsak eğer, kemâlizm’in tüm resmî ideolojisini ve modern zamanların putlarını kırmaya da namzet olmuşuz demektir.
– ramazan 1, 1437
-ıı-
bir eline iktidar, diğer eline sermaye verilen müslümanların, serbest piyasaya uygun din anlayışıdır muhafazakârlık. türkiye’nin islâm coğrafyasına yara bandı tedarik etmesini, yüzyılın diplomatik başarısı olarak görmenin adıdır muhafazakârlık. zalim diye esad’a diş bileyip, şia diye iran’la görüşmeyip, reel politik diye amerika’nın kucağında siyaset yapmanın adıdır muhafazakârlık. milliyette türk, amelde hanefi, itikatta maturidi, iktisatta merkez sağ olmanın adıdır muhafazakârlık. 14 şubat’a kapitalizmin oyunu diye diş bileyip, kapitalizmin ileri karakolu bankaları meşrû görmenin adıdır muhafazakârlık. zulmün, sömürünün, gözyaşının, amerikan hegomanyasının, islâm coğrafyasında israil’in varlığının teminatıdır muhafazakârlık. amerika’ya ve gücüne, sermayeye ve çokluğuna, reel politiğe ve faizin dünya gerçekliğine iman etmektir muhafazakârlık. velhâsılı inanıyor ve haykırıyorum ki: yüzyıl önce kâfirlere karşı müslümanların meselesi gevur olmamaktı, bugünse muhafazakâr olmamak! – ramazan 2, 1437
-ııı-
koy kalbini ortaya. ölç ve biç. sonra sor: garipler için ne diyor? yetimler, yolda kalmışlar, bu suriyeli mülteciler için hangi telaşta? birbirini öldüren milyonlarca müslüman için, mezhep ve milliyet cedelleşmesiyle paramparça olan islâm coğrafyası için ne diyor? bi’ sor. sonra kâr rekorları kıran bankalar için, dostumuz israil için, stratejik ortağımız abd için, nato toprağı türkiye için hiç sızlıyor mu? devlet ile örgüt arasında evini terke zorlanan kürtler, esad ile muhalifler arasında yitip giden suriyeliler için hiç sıkıştığı oluyor mu? amerika’nın kucağında politika üretenlere hiç ses etmeyip, bölge ülkeleriyle işbirliğine celallenen hocaefendilere meyletmişliği var mı? her yıl ölen 1000’i aşkın işçileri sonra, veyahut donarak ölen mültecileri, dilenen körpeçik bebeleri görüp de nasıl çatlamıyor? bi’ sor.
– ramazan 3, 1437
-ıv-
ahlâk, kadınların kahkahasını değil; gözyaşını dert edinmektir. ahlâkı kadın-erkek ilişkilerine indirgeyenler, câhiliye toplumlarıdır. asıl ahlâksızlık, yürürlükte olan zulüm ve sömürü çarkına ses etmemektir, onu muhafaza etmektir, onunla işbirliğine girmektir. asıl ahlâksızlık, her ay yüzü aşkın iş cinayeti olurken, hayatın hiç bir köşesine etki etmeyen gündemi toplumun üstüne boca etmektir. muhafazakârların ahlâk deyip kutsadığı şey, piyasa ahlâkından başka bir şey değildir. -ramazan 4, 1437
-v-
tüm hayallerini emeklilikten sonrasına tehir eden modern insana ”insanlığın geldiği en üst nokta” demek, olsa olsa kötü bir şakadır. modern insan piyasa kurgusudur. piyasa faaliyetlerine katılmak için doğar, büyür ve ölür. bu yüzden şahsiyetini yitirmiştir. modern insan, yitirdiği şahsiyetini tatmin etmek için iphone’a, bmw’ye, kaslı bir vücuda, parlak bedenlere ve kimyasal desteğe ihtiyaç duyar. modern insan vâroluşunu kira ödemesine borçludur. modern insanın en büyük problemi tanrıtanımaz oluşu değil, kendisinin tanrı olmadığına bir türlü inanamayışıdır.
– ramazan 5, 1437
-vı-
entelektüel gevezelerin derde ve öfkeye dair cümle terkipleri vicdan tatmininden başka bir anlam ifade etmiyor. iyiyi ve güzeli kardeşçe ve omuz omuza inşâ etme cehdimiz olmadığı sürece kötüye diş bileyişlerimiz hobi olmaktan öteye gitmiyor. şehrin müstekbirlerini rahatsız etmeyecek infâklar anca sistemin yaralarına merhem oluyor. her söze başlayan, etrafına kendi sesini yankılamaktan başka bir işe yaramayan duvarlar örmeye başlıyor. gelin etrafımızdaki tüm duvarları parçalamaya yazgılı sesi hep birlikte haykıralım. gelin azığımızı alıp sahuru viranelerde, iftarı maden önlerinde yapalım! gelin teravihi muhacir mahallesinde kılıp, duayı hastanelerde, bedduayı grevlerde yapalım! gelin hemen şimdi ”ne yapabiliriz?”i konuşalım.
– ramazan 6, 1437
-vıı-
yetişkin bir hayvan yeryüzünde fesat çıkarmaz, ekini bozmaz, nesli ifsâd etmez. kibirlenip ilahlık taslamaz. zulme ve sömürüye iştirak etmez. fıtratının haricinde şiddete meyletmez. güç kullanarak başka canlılara tahakküm etmez. amerika’yla işbirliğine girip, ırak’ta bir milyon insanın kanına girmez. nato’yla işbirliğine girip, libya’yı küresel sermayeye peşkeş çekmez. dünya galiplerinin kucağında emevî camii’nde cuma namazı hayalleri kurmaz. milyonlarca insanı mülteci olmaya icbar edecek, yüzbinlerce insanı telef edecek bir savaş için derin stratejilere meyletmez. islâm coğrafyasının kalbine inmiş hiçbir ulus-devlet sınırını da kutsamışlığı yoktur. bir eline iktidarı, bir eline sermayeyi alıp, kemâlizm’in hiçbir ideolojisini veya kurumlarını kanıksamışlığı da yoktur. yetişkin bir muhafazakâr yürürlükte olan düzeni rahatsız etmeyen namazlarını kaza etsin, kıblesi kâbe’den washington veya tel-aviv’e kaymış olabilir.
– ramazan 7, 1437
-vııı-
ingilizler, son tazmanya yerlisini de öldürürken biz orada değildik. ingilizler, hayatında hiç görmediği alet edevatlarla bir afrikalının canını okurken de yine biz orada değildik. ingilizler, hindistan’da sırf zevk-û sefaları için bir aslanı ve bir kaplanı aç bırakıp, kör bir kuyuya birbirlerini boğazlamaları için bıraktıklarında da biz orada değildik. şimdi buradayız ve ingilizlerin unuttuğu bir şey var: bir sabah tüm hoparlörden bazlama açan kadınların sevda türküsünü dinleteceğiz o pörsümüş dünyalarına. allah’ın izniyle.
– ramazan 12, 1437
-ıx-
bundan 1300 sene evvel, ramazan’ın 14’ünde, kerbelâ’da hz. hüseyin’in şehit edildiğini ve bunu önlemek için kendisinin elinden hiçbir şey gelmediğini göynünün tam ortasında hisseden mekkeli 23 yaşındaki bir genç gökyüzüne ne diye haykırmıştır?
bundan 1000 sene evvel, yine ramazan’ın 14’ünde, emevî ve abbasî sultanları iktidarları uğruna müslümanları kıtır kıtır keserken kendisinin elinden hiçbir şey gelmediğini göynünün tam ortasında hisseden şamlı 23 yaşındaki bir genç gökyüzüne ne diye haykırmıştır?
bundan 1200 sene evvel, ramazan’ın 14’ünde, denize dair tüm korku dolu cümle terkiplerine dudak büküp, kıbrıs’ı keşif için yola çıkan müslümanların gemide birbirlerine sırt dayayıp, gökyüzündeki yıldızlara bakarken aralarındaki 23 yaşındaki bir genç gökyüzüne ne diye haykırmıştır?
bundan 13 sene evvel, ramazan’ın 14’ünde, türk hava üsleri abd uçaklarının ırak’a girmeleri için açılıp akabinde 1 milyon müslüman öldürüldüğünde cizreli 23 yaşındaki bir genç gökyüzüne ne diye haykırmıştır?
bu böyle uzayıp gidiyor. belki de onlar da heyecanla yazmaya başalyıp, sonra yarıda mecalleri kesilmiştir. – ramazan 14, 1437
-x-
yürürlükte olan zulüm ve sömürüdür. yürürlükte olan bir avuç insanın rahat ve konforuyken, öte yandan milyonlarca insanın alın teridir, gözyaşıdır, çöken maden ocaklarının önünde kocasının cesedini bekleyen kadınların yürek çırpıntısıdır. yürürlükte olanı muhafaza etmek demek, bu zulme iştirak etmek demektir. yürürlükte olana itiraz etmeyen namaz ehlinin kıblesi olsa olsa washington’tur, tel aviv’dir.
-ramazan 18, 1437
-xı-
türkiye’de islâmî tavır senelerden beri chp karşısında konumlandırılıyor. türkiyeli müslümanların toplumsal alanda vâroluşları, cumhuriyet’in kurucu elitinin yukarıdan aşağı modernleşmesine karşı aşağıdan yukarıya doğru tüm değerleri muhafaza etmeye çalışmaktan öteye gitmiyor. cumhuriyet önce dini yaşama dair kutsallara saldırıp, sonra saldırdığı yerden ”demokratik haklarını” müslümanlara tanırken; müslümanlar kendini sisteme karşı değil ama sistemden talepleri olan bir mevzîde buluveriyor. bu mevzî de 1980’den beri küresel sermaye için en revaçta mevzî. bu mevzîyle türkiye müslümanlar bugün kendilerini kapitalizmin ulaştırdığı son noktada: lâik, demokrat ve neşeli.
-ramazan 18, 1437
-xıı-
hayatta en hakikî mürşit ilim değildir. ilmin ne hakikâte talip olmak ne de insanları irşat etmek gibi bir iddiası vardır. bu iddiada olan bilim değil, bilimcilerdir. ilim-fen-bilim yol göstermez. bilimin ırak’ta milyonlarca müslümanın kanına giren amerika’nın yaptığına iyi ya da kötü deme yetisi yoktur. hangi deneysel sonuç hitler’in yahudileri katletmesine karşı veya taraf olabilir? milyonlarca kilometre ötede hangi uzay istasyonunun kurulması dolmuşta yaşlı bir teyzeye yer vermeyi salık verebilir? velhâsılı ilmi ve feni yol gösterici sanmak gaflettir, dalalettir, cehalettir. olsa olsa kötü bir 8. sınıf pozitivist cümlesidir.
– ramazan 21, 1437
-xııı-
biri beni okula yazdırdı; okumaya geçenlerin belirleneceği gün, ilk okumaya geçen öğrenci olmak için öğretmenler odasında arkadaşlarımla birbirimizi ezdik. biri beni okula yazdırdı; mavi gözlü ve sarı saçlı olmayı hep üstünlük sandım. biri beni okula yazdırdı; öğretmenlerimizin başının kapalı olmasında beis görmeyen tevhid-i tedrisat müktesebatı, hizmetli ablaların başının kapalı olmasında bir beis görmüyordu. biri beni okula yazdırdı; öğretmenlerime ‘siz’, hizmetli ablalara ‘sen’ demeyi öğrendim. biri beni okula yazdırdı; hiç atım olmadı. biri beni okula yazdırdı; hiç kelebeğin kanatlarını doyasıya seyredemedim. biri beni okula yazdırdı; hiç çicek sulamadım. biri beni okula yazdırdı; yenmek veya yenilmekten başka hiç bir seçeneğim olmadı.
– ramazan 21, 1437
-xıv-
türkiye cumhuriyeti yöneticileri mutlak kötü bellediğimiz israil’le anlaşıyor da biz hangi mutlak kötü bellediğimize karşı örgütlü bir mücadele yürütüyoruz? hangi çirkin bildiğimize diş biliyoruz? hani arizî bulduğumuz meseleyi çözmek için bir adım atıyoruz? hangi mevkimizi, konforumuzu, rahatımızı riske atıp iyiye ve güzele dair cümle terkiplerimizi zalimin suratına haykırıyoruz? ”kahrolsun israil’in zulmü” demesini beklediğimiz hangi yöneticinin önünde eğilmeden-bükülmeden ”sizin de zulmünüz kahrolsun” deme cevvalini kendimizde buluyoruz? hakikât-en bir takım insanların israil’le anlaşmasına mı karşıyız yoksa israil’le anlaşan biz olmadığımıza mı kızgınız? bugün iktidarın israil’le anlaşmasına vaveyla koparıyor da kendimizin kimlerle anlaşma yürüttüğünü örtbas ediyorsak eğer; yarın da ilk iktidar pratiğimizde amerika’nın, israil’in, ab’nin kucağına yatan bizden başka biri olmayacak demektir.
– ramazan 21, 1437
-xv-
ölü bir liderin ardında yürünmez. ölü bir lidere biat edilmez. ölü bir lider yeni bir dünya için insanları peşinden sürükleyemez. ölü bir liderin sözleri insanların yüreklerine girmez. ölü bir liderin geleceğe dair tasavvurları zamanında yapılmış güzel tespitlerden öteye gitmez. ölü bir liderin sözleri bugünün gündemine tekabül etse dahi kamuoyunda bir karşılık bulmaz. kim ki lidere tapıyorsa bilsin ki liderler ölümlüdür; kim ki allah’a inanıyorsa bilsin ki allah hayy’dır, ölümsüzdür.
– ramazan 22, 1437
-xvı-
”evet, isyan!” diyor ismet özel. evet, isyan! kokuşmuş lümpen muhafazakârlığa; islâm coğrafyasını bin parçaya bölen milliyetçiliğe ve mezhepçiliğe; ırak’ı, afganistan’ı, suriye’yi, libya’yı ve daha nice mazlum coğrafyayı tarumar eden emperyalizme ve onun işbirlikçi liderlerine; laiklikten anladıkları islâm düşmanlığı, aydınlanmadan anladıkları küfrün propagandası olan seküler sekizinci sınıf pozitivist solculara; klavye başından kalkamayıp yürürlükte olana karşı cümle terkiplerini sokağa taşımayan entelektüel gevezelere ve dahi nicesine… evet, isyan!
– ramazan 22, 1437
-xvıı-
ekserîyet güce, terfîye, atamaya, konfora, sermaye sahiplerine, bol kaymaklı bir ihâleye, devlette janjanlı bir kadroya, özelde bol maaşlı bir mevkîye, çocuğunu göndereceği yıllık on bin liralık özel bir okula, altına çekeceği afili jantlı bir arabaya tapadursun; sokaklarımızda bombalar patlamaya, geleceğimiz tamamen yok olmaya, birbirimize güvenimiz her geçen gün tarumar edilmeye, iyiye ve güzele dair bildiğimiz ne varsa hepsi kaybolmaya devam ediyor. ya şimdi biz ”kahrolsun bağzı şeyler” diye yükselttiğimiz sesimizi ”kahrolsun bizim uyuşukluğumuz” diye de yükselteceğiz, ya da bir köşebaşında suya sabuna dokunmayan yorumlarla vicdan mastürbasyonuna devam edeceğiz.
– ramazan 24, 1437
-xvııı-
bu hangi müslümanlık ki sokaklarında insanlar patlatılırken yürürlükte olana ses etmiyor? bu hangi müslümanlık ki islâm coğrafyasının tüm canı-malı-kanı zalimlere peşkeş çekilmişken bol klimalı camiilerde itikafı güzelliyor? bu hangi müslümanlık ki pörsümüş bir dünyada ”evet, isyan!” deyû bir türkü tutturmuyor? bu hangi müslümanlık ki adım adım tüm coğrafyamız küfrün ve zulmün tasallutu altına girerken bizi hâlâ iyinin ve güzelin etrafında örgütlü bir mücadele için telaşa sürüklemiyor? bu hangi müslümanlık ki, bu hangi?
– ramazan 25, 1437
-xıx-
allah rasûlü ”öfkenizi yenin” diyor; öfkenizi yok edin demiyor. öfkeliyiz; ırak’ta milyonlarca insanın kanına girenlere, libya’yı küresel sermayeye peşkeş çekenlere, amerika’nın kucağında şam’da cuma namazı hülyalarına kapılanlara, islâm coğrafyasının tüm potansiyeli yok edilirken bu plana dahil olanlara, bir eline sermaye bir eline iktidar verilince kemâlizm’in tüm kurum ve düşüncelerini kanıksayıp muhafaza etme telaşına düşenlere öfkeliyiz. dertli ve öfkeli.
– ramazan 25, 1437
-xx-
”kirletmedik diye temiz mi kaldık?” diyor ismet özel. biz hangi konforumuzdan ödün verdik ki başımızdakilerden bedel ödemesini bekliyoruz? biz hangi arizî bulduğumuz bir derneğin-oluşumun-grubun bursunu reddettik ki başımızdakilerin küresel sermayeye diş bilemesini bekliyoruz? biz iyinin ve güzelin cehdi için hangi telaşa kapıldık ki başımızdakilerin kötüye ve çirkine meyyaline celalleniyoruz? bizim ne zaman dersimiz, kişisel gelişim programlarımız, kariyer planlamalarımız sekteye uğradı ki başımızdakilerin ihalesi, torpili, adam kayırması bitsin? hayır, kirletmedik diye temiz kalmadık; hepimizin kalbinde zalimlere ayrılmış bir köşe, elimizde de ölen milyonlarca masum insanın kanı var. – ramazan 27, 1437
-1- tüketirken tükeniyoruz. on yıl arayla bizi güneşten, rüzgardan, soğuktan koruyan dairelerimizi terkediyoruz. beraber büyüdüğümüz komşularımızı yüzüstü bırakıyoruz. sebepsiz yere herhangi birini dövmek için yukarı mahalleden gelen çocukların bizimle karşılaştıkları köşede kaderimize razı olmuş beklerken, mahalleden abilerimizin ellerinde sopalarla bizi kurtarmaya geldiği o sokağın o köşesini, amcaoğlumuzun bile giremediği bol kameralı, ultra güvenlikli sitelere tercih ediyoruz. telefonlarımız, bilgisayarlarımız, yataklarımız, kalemlerimiz, defterlerimiz elimizden kayıp gidiyor. tek kullanımlık sabunlarımız ve tek kullanımlık arkadaşlarımız var. ergenlikte utana sıkıla derdimizi anlattığımız dostlarımızı yeni sürüm üniversite arkadaşlarımızla değiş tokuş ediyoruz. derdiyle hemhâl olduğumuz insanları aramızdaki en küçük bir lakırdıdan dolayı ”engelle”yiveriyoruz. davalar, inançlar, yazarlar, teşkilatlar da öyle… heyecanla çıkılmış yolda büyük sözler verilirken, son kullanma tarihli tanışıklıklarımız miladını hemen dolduruveriyor. kitabını okurken heyecanlandığımız yazarların cümlelerini ”tüketip”, o an bir takım duygu patlamalarına gark oluverdikten sonra kitabını köşeye fırlatıveriyoruz. herkesin sıradandışı ve bol takipçili olduğu platformda kimsenin yanında sümkürmekten çekinmeden durabileceği arkadaşları yok. artık yakın arkadaşlarımız değilde, yakın tanışıklıklarımız var. muhtelif ortamlarda çıkarlarımız fazlaca kesiştiği insanlarla olan ilişkilerimize ”kardeş” deyişlerimiz, tırnağını bile bizim için feda etmeyeceğini bildiğimiz insanlara ”kan-ka” deyişlerimiz var. seneler evvel ingilizce’deki ”whocares” sözü pek hoşuma gittiydi. (türkçesi: kimin umrunda?) kim sallar ki baabından yazmıştım ama, messenger’da durumuma ”kimin umrunda?” diye yazıttırıverince mustafa ağbim ve ablam ”benim” deyiverdiydi. o günden beri binlerce insanla kurduğum ilişkide umur-da hâlâ pek fazla değişen yok aslında. neyse, hepimizin nasıl olsa facebook, twitter, instagram hesabı, bol sıfırlı kredi kartı ve maaş bordrosu var. sahiden çoğu şey kimimizin umrunda ki?
-2-
dernekte hapşurarak amerika’yı hasta etmek
insanevladı mars’ta piknik yapabiliyor ama hâlâ iki haftalık hava tahmini yapmayı beceremiyor. ses hızını geçen uçaklar yapmaya mâhiriz artık ama bir ağaçtan yere düşen yaprağın ‘tam olarak’ nereye düşeceğini hesaplayamıyoruz. kelebeğin kanat çırpması engellenmedikçe ne o yaprak tahmin edilen yere düşecek, ne de hava tahmini yapılabilecek. kaotik bellediğimiz koca sistemler, karmaşık düzenler ve daha nicesi aslında bir kaç basit kuralla müteşekkil. bu kurallara birkaç insanın dudak bükmesi, tüm hepsinin yerle bir olmasına kâfi. büyük problemlerin çözümü, yine büyük ve toplumsal hareketler değil; küçük ve basit değişimlerden ibaret. ben inanıyorum ki terkip ettiğimiz birkaç devrik cümle, şehrin müstekbirlerinin boğazlarından aşağı boca ettiği tüm insanlığın onurunu söke söke geri alacak.
-3-
sağ ama kimi?
sağcılık yürürlükte olanın kutsanmasıdır. gerçek olanın aklî addedilmesidir. adolf hitler vardır, o hâlde adolf hitler ve onun faşist yönetimi aklîdir. madem dünyada devletin ekonomiye etki etmediği bir sistem vardır, o vakit olması gereken de budur. eğer bir değişiklik gerekli ise, sistem zaten zamanla kendi dinamikleri üzerinden bunu kendi kendine yapacaktır. eğer tüm dünyada kapitalist bir sistem yerine komünist bir düzen var olmuş olsaydı, bu sefer sağcılar komünist olacak; solcular ise akılları ile tahayyül ederek ideal olarak gördükleri sistemin gelmesi için mücadele edeceklerdi. bugün sağcılık adam smith’in öngördüğü sistemin rasyonalize edilmesi ve pazarın onun tahayyül ettiği şekilde işlemesini arzu etmektir. bir müslüman kendine ”ben sağcıyım” diyorsa ne dediğine dair en küçük fikri yoktur.
-4-
biz müslümanız. istiyoruz ki dünyada sömürü ve zulüm olmasın. sermaye belli kişiler arasında dönüp dolaşmasın. kargaşa, kaos, kavga dünyada hüküm sürmesin. çocukların uçurtmaları vurulmasın. birileri bu dünyada müktedir olacacağım hırsıyla ekini ifsat ederken karşısında bizi bulsun. yetimler, garibanlar, mazlumlar, yolda kalmışlar islam yurdunda kendinden ”emin” olsun. insanlar canlarından ve mallarından tedirgin olmasın. akıllarını ve nesillerini muhafaza edebilsinler. isterlerse ineğe, isterlerse bilime tapınsınlar ama bir toplum müslüman olmaya başladığı vakit kurdukları düzen tehlikeye giriyor diye islâm’la insanlar arasına mesafe koyan şehrin müstekbirlerinin uykuları kaçsın. kimseye anayasa dayatılmasın; kim hangi yasa üzere yaşamak istiyorsa o şekilde yaşasın. insanlar doğarken seçemedikleri özellikleri yüzünden yaşarken ayrıma tâbi tutulmasın. hiçbir kadın bedenini satmak zorunda kalmasın. erkekler saati beş liraya geçim uğruna yüzlerce metre aşağıya inmesin. tüm insanlar için dünya barış yurdu olsun.
selamız biz, müslüman, islâm; hepsi aynı kelam.
-5-
birileri diyor ki camiler de klima bile olsun ama bankalara ses çıkmasın. kur’an kurslarında bol tecvitli kur’ân tilaveti yapılsın ama bu kurslardan yetişen gençler yürürlükte olan sisteme muarız olmasın. kadın milletvekillerinden bazılarının türbanlı yemin etmesi devrim diye lanse edilsin ama tüm islâm alemi kan ağlarken o parmakcıklar islâm birliği için hiç mi hiç kalkmasın. evlâd-ı osmanlı güzellemeleri de yapılsın, 10 milyon insan faiz de çeksin, her sene bankalar da kâr rekorları kırsın. kanallarda eğer iktidar eleştirisi yapılırsa reyting rekoru kıran diziler hemencicik kaldırılsın ama pornonun en dik âlâsını çeviren diziler 724 dönüp dursun. bu böyle uzar gider. birileri diyor ve yaptırıyor. biz de bildiklerimizi diyelim ve yaptıralım.
-6-
biz türkiye’nin nato’nun silahlı gücü olmasını istemiyoruz. her gece bombalar yağarken mazlum ülkelerin üzerine, biz buralara yara bandı taşımayalım diyoruz. doğu’nun enerjisi batı’ya peşkeş çekilmesin, türkiye bu küresel çetelere ileri karakolluk yapmasın istiyoruz. teknolojisiyle ucuza mâl ettiği ürünleri az gelişmiş ülkelerin üzerine boca eden emperyalist ülkelerin önüne tüm mazlum ülkelerin bir set çekmekten başka bir çaresinin olmadığını düşünüyoruz. zalim diye müslümanlar liderlerle savaş çığırtkanlığı yapılırken, reel politik kisvesiyle israil ile ticaret hacmini katlamanın tek izâhatının işbirlikçilik olduğu kanaatindeyiz. 100 yıllık süreçte israil hiç olmadığı kadar güvendeyse bunun tek müsebbinin ”hele bi’ güçlenelim, sonra tavrımızı koyarız” düşüncesiyle sistem içerisinde iyi bir yer elde etme kaygısı güden taklitçi liderler olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. bir daha ve aşkla: hem beyaz adamın oynunu oynayıp, hem beyaz adamı yenemezsiniz.
-7-
”bu ülkede nato üslerinin ne işi var?” diye sormasını beklediğimiz abilerimizin ellerine her mikrofonu aldıklarında ”bu ülkede karma evlerin ne işi var?” diye söze girmelerine artık dayanamıyoruz. emperyalizmin kucağında dans eden muhafazakâr kadroların karma evlerden rahatsız olması ile, nato üslerinin bu topraklardaki her insanın namusuna halel getirdiği düşüncesi arasındaki farkın anlatılması, hatta haykırılması gereken zamanlarda karşılarına geçirdikleri gençlere bir tarikat şeyhine bağlanmanın ehemmiyetinden falan dem vurmalarına da bir anlam veremiyoruz. istiyoruz ki antiemperyalizm, antikapitalizm, antifaşizm nereye tekâbül eder, anlatılsın. bir gencin başına gelebilecek en büyük musibetin sisteme entegre olması diye vurgulansın. kimsenin ellerinde içki şişeleriyle camiye girdikleri falan da yok abicim zaten, sen bize ceplerinde kredi kartıyla camiye girenlerden bahset.
-8-
çok gerginiz çook. mhp’liler faşist, hdp’liler terörist, chp islâm düşmanı, ak partililer de elbette işbirlikçi bize göre. zaten tkp, ldp falan hak getire. ne kimseyi dinleyecek vaktimiz var, ne de kimsenin kalbine girecek bir güzel sözümüz. sloganımız ”önce ahlâk ve maneviyat” olduğundan olsa gerek, mütemadiyen sosyal medyada gördüğümüz tüm ahlâksızlıkları bol soslu hakaretlerimizle sayfalarımızda paylaşıyoruz. hele bir de elimize bizimle aynı düşünmeyen biri geçti mi, kim tutar artık bizi, ver ediyoruz adamın üzerine senelerdir içimizde tuttuğumuz kızgınlığımızı, kırgınlığımızı, sinirimizi, öfkemizi… çoğusu itham, çoğusunun adamla akalası yok. oysa biz bir anarşistle, bir marksistle veya ne bileyim bir agnostikle iletişim kuramıyorsak, kimseyle de bir iletişim kuramayacağız demektir. yeni bir dünya’nın kurulması için tüm insanlığı sıfırlayacak büyük bir afet de bekliyor değiliz. o vakit eldeki malzemeyi kırmanın, dökmenin, hakarete maruz bırakmanın, diş bilemenin bir anlamı yok. ”yok ben sinirlerime hakim olamıyorum” diyorsanız da hiçbir şey paylaşmamak da güzel bir seçenek olabilir tabii ki. onun yerine yaz-et kurslarındaki gençlere hayatları boyunca unutamayacakları bir hediye alabilirsiniz mesala. bir takım sebeplerden dolayı küsüştüğünüz birine bir selam vermek de olabilir. “yok benim illaha sosyal medyada olmam lazım” diyorsanız bizim yazılarımızın altına kendi isminizi de yazıp, istediğiniz ortamlara da sallayabilirsiniz. yeter ki artık şöyle cıvıl cıvıl, kimseyi yaralamadan acıtmadan, kuşu ölen çocuğa taziye ziyaretine giden efendimiz’in (sas) hassasiyetiyle hareket edelim..
-9-
ben neden bir hayvanla cinsel ilişki kuramayacakmışım?
hayvanlara karşı arzu duymayı ben tercih etmiyorum ki, bu bende doğuştan beri vâr olan bir ”yönelim”. hem hayvanlarla ilişkiye girememek tamamen toplumsal bir ”önkabul”; insanlar özgürdür ve elbette hayvanlarla cinsel ilişki kurup, bedensel haz elde etme özgürlüğümüz elimizden alınamaz. ah tabi bir de ölü beden üzerinde haz elde etme ”yönelim”im var. ölülerin kalplerinin yerinden sökülüp yenilmesi ve yine ölülere karşı haz duyulması da tamamen toplumun gereksiz yere karşı çıktığı, insanın özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir durum bence.
kim-lik, insanın iradî şekilde aldığı kararlarla kendini inşâ etmesidir. eşcinsellik, insanın rengi, ırkı ve cinsiyetiyle aynı kefede yer almaz. insanın içinde barındırdığı dürtülerle, (bu çok kuvvetli de olabilir) örneğin bir erkeğin başka bir erkekle ilişkide bulunabileceğini düşünmesi yapısı gereği bir ”inanç”tır. bu inancın bir gereği erkek-erkek veya kadın-kadın ilişki talep etmek, bu inancın eyleme dökülmesi talebidir.
bir inancın gereği olarak hayvanlarla ilişkide bulunmak yine inanç özgürlüğü kapsamında mıdeğerlendirilmelidir? eşcinsellik topluma yapılmış bir saldırıdır. toplum, evlilikle cinselliğin meşru ilişki içinde yaşanmasını, soyun devamı, nesebin korunması, mirasın gerçek sahiplerine aktarılması, akrabalık tesisi (bununla da toplum inşâ edilir), cinselliğin tek değer olmadığı bir birlikteliğin tesisi, erkeğin ve kadının toplumun inşâsında birbirini tamamlayıcı görev-sorumluluk ahlakıyla hareket etmesini arzular.
fahişelikle eşcinsellik arasında bu minvâlde bir fark yoktur. ikisi de insan vücudunu topluma ”bir haz bedeni” olarak sürmektedir. toplumun kendini idamesi için öngördüğü ”verimli” yani ”kısır olmayan” ilişkilere bir saldırıdır.
-10- ”bakın ne kadar da ahlâksızlar değil mi?” diye elinde çıplak insan fotoğrafıyla insanların peşinde dolaşan peygamber
her fotoğraf insana bir saldırıdır. insan bu saldırıya maruz kaldığı andan itibaren gardı düşer. artık o eski ”kendisi” değildir. ne zaman gözlerini kapasa gözünün önüne kafası kopartılmış, derisi soyulmuş, şiddete maruz kalmış insan silüetleri gelir. şiddeti, pornografiyi ve daha nice sapkın durumu bizler için meşru kılan şey, bu tip durumların mütemadiyen görünür hâlde önümüzde kalmasıdır. bir peygamberin dahi elindeki çıplak insan fotoğraflarını takipçilerine ”ne kadar da ahlâksızlar değil mi?” diye gösterdiği vâki değildir. arizî bir hasletin faili olmaktan daha ahlaksız bir durum varsa, o da bunun yaygaracılığı yapmaktır. doğu türkistan’daki katliama dur demek, çin büyükelçiliği önünde yapılan eyleme katılmakla olur, işkenceyle öldürülen çocukların fotoğraflarını paylaşmakla değil. eşcinselliğe karşı olmak, neden karşı olduğunu anlatmakla olur, pornografik görüntüleri paylaşarak değil. kadın haklarını savunmak, eril topluma diş bilemekle olur, erkekler tarafından hınha hınç parçalanmış kadın fotoğrafları paylaşarak değil. ilmi çalışmalarını ”cihat” olarak tanımlamayan imam gazali’den, facebook’a pornografik görüntüleri servis etmeyi mücahitlik belleyen arkadaşlar için elbette alınacak büyük dersler vardır. -11- bir despotun zulmü, biz o’nu kalbimizdeki tahtından ettiğimizde biter. kötülüğün başına gelebilecek en kötü şey, kötülüğüne tenezzül etmeyen iyilerdir. şeytan gündemi belirler ve insanı yasağa meylettirir, bizlere yaraşan şeytanla cedelleşmek değil; ”biz ağaca yaklaşmakla hata ettik” deyip, şeytanın gündemimizdeki yerini ekarte etmektir. buyurun hemen şimdi tövbe edip, gündemimizi oluşturmaya başlayalım: kimlerin kalbini kırıyoruz? faşizme ve kapitalizme karşı hangi mevzideyiz? milyonlarca yaz tatilindeki genç için ne yapabiliriz? faizsiz bir iktisadî sistemi nasıl kurabiliriz? şehirlerimizi nasıl dizayn etmeliyiz? telefon rehberimizden veya sosyal medyadan bu konuyla ilgili kimlerle iletişime geçebiliriz? bu böyle uzar gider. buyurun, başlayalım artık. bize ne gevur basınından? -12-
”islâm iyi de… müslümanlar biraz şey.” ney?
emekliliğinde finlandiya’da yaşama hayallerini güden, çocuğunu kanada’da okutmak isteyen, her fırsatta insanlığın, medeniyetin batı’da olduğunu, müslümanların geride kaldığını falan söylemeye hevesli adamlara dikkat edin: önümüzdeki ilk kurtuluş savaşı’nda sırtımızdan vuracak olanlar onlardan başkaları olmayacak.
-13-
iktidar olmak istiyoruz. gücün biz de olmasını deliler gibi arzuluyoruz. mazlum ama şerefimizle bu dünyadan geçip gitmeye tav değiliz. medine’de sağlam bir devlet kuracağımızın teminatını almadan mekke’den gitmeye gönlümüzün rızası yok. önce bi’ mısır’ın zenginlikleri gelsin, sonra pers burçlarının, bizans surlarının tarumarına şahit olalım; hah işte o vakit garip bir köle olan bilal-i habeşî’nin gönlüne girmeye namzet olalım istiyoruz.
konuştuğu her adamın kalbini kıran adamlar daha iyi bir dünyadan bahsetmesin.
-14-
hepimiz ismet özel’i, sezai karakoç’u çok sevip; bizim hakkımızda söyledikleri şeyleri göz ardı ediyoruz. ismet özel’in amerikalı&türk sınıflandırmasındaki yerimizi ”amerikalı değil” diye belirtip, ”türküm” demeye imtina ediyoruz. sezai karakoç’un kendi düşüncemiz haricindekiler hakkındaki düşüncelerini dillendirip, kendi düşüncelerimiz hakkındaki eleştirilerini sümen altı ediyoruz. bu yazara bir ihanettir. bu onun sistematize ettiği kavramlara hakarettir. ismet özel’i sevip, istiklâl marşı derneği mensubu değilseniz ismet özel’in hata ettiğini de; sezai karakoç’u sevip, diriliş partisi mensubu değilseniz sezai karakoç’un gaflet içinde olduğunu da söyleme mecburiyetindesinizdir. başkalarının kavramlarıyla kendi düşüncesinizi açıklayamazsınız. yok öyle ”yağma”.
-15- biz ”6 ayda 794 işçi öldü” diyoruz, siz ”külliyeye cami yaptık” diyorsunuz,
biz ”en zengin %20 ile en fakir %20 arasında 7.7 kat fark var” diyoruz, siz ”diyanet işleri başkanı’na daha büyük makam arabası alacağız” diyorsunuz,
biz ”işçi ölümlerinde türkiye avrupa 1.si, dünya 3. sü” diyoruz, siz ”istikrar sürsün” diyorsunuz,
biz ”her 100 kişiden 15’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor” diyoruz, siz ”yol yaptık” diyorsunuz,
biz ”milyonlarca insanın emeği bankalara peşkeş çekiliyor” diyoruz, ”12.5 milyon esnafımız faiz kullanıyor, allah bereket versin” diyorsunuz.
biz mezhepçilerle, ırkçılarla, kemalist laiklerle, sisteme entegre olmuş hiçbir ideolojiyle, türkiye’de ve dünyada islâm’ın başat siyasî, iktisadî, ictimaî kıstas olmasını gündemine taşımayan hiçbir partiyle yola devam etmek istemiyoruz.
elbette eğer sistem izin vermese profil fotoğrafını renklendiremeyecek adam ve kadınların düşüncelerimize katılmasa bile bizim sesimizin de mecliste olması için haykırmasını beklemiyoruz.
”işte siz hep bu yüzden kaybediyorsunuz, lafı accık büküverin de söyleyin” diyenler, soruyorum: sâhi, siz ne kazanıyorsunuz?
-16-
bu adamların gündemimizi oluşturmasına izin vermeyelim. bu adamların yoksullar, yoksunlar, garipler veya yolda kalmışlar için bize verebileceği hiçbir şey yok. her biri kendilerine tanınan kapsama alanı içerisinde muktedir isiler; hepsi ama hepsi kendilerine bir takım iktidar alanı tanınıyor diye vârlar. laik kemalistlerin, ırkçı türkçülerin, faşist kürtçülerin ve de elbette muhafazakâr kadroların her cümlesi sistem icazetlidir. gündemizi kaybedersek her şeyi kaybederiz. her biri iyiliğimizi istiyor, gelin vermeyelim.
-17-
o kadar siyasete bulanmış hâldeyiz ki hiçbirimizin herhangi bir konuda ”seyislik” etmeye mecâli yok. hayatımızın birçok merhalesinde aslında tek iktidar kendimizden başkası değil. bizi temsil ettiğini düşündüğümüz oluşumların başarısını, kendi başarımız olarak addetmemiz için de aslında hiçbir mantıklı izahımız yok. mb’nin de hep vurguladığı gibi dolmuşta bir yaşlıya yer vermek için iktidar olmayı beklemeyelim. sadece yer vermek değil tabi, hemen bugün anadolu gençlik dergisi’ne kayıt olabiliriz mesala. oradaki yazıların altını çize çize okuyabiliriz. şu an tüm türkiye’de yaz-et programlarında çocuklar derneklere geliyor ve bunlar bir hayli maddi külfeti olan ve insanı yıpratan programlar. her birimiz elimizden geldiğince çocuklarla hemhâl olabiliriz, hiç olmazsa maddi destek verebiliriz. okuma grupları oluşturabilir, maddi yetersizlikten dolayı alamadığımız kitaplarımızı birbirimizle takas edebiliriz. (bana hediye de olabilir tabi :))
abdulvehab abinin sorusu gayet yerinde aslında: ”dert söyletir” yerine, ”dert yaptırır” diyelim mi artık?
-18-
bizler yenilmiş bir medeniyetin çocuklarıyız. bir amerikalı hangi libası üzerine geçirdiyse, biz de ondan giymek isteriz. kendi ekonomik politikalarımız yoktur bizim. şehirlerimiz beton, cumhuriyetimiz laik, liderlerimiz de çok demokratiklerdir sağolsunlar. onların papası varsa, ne yani bizim de diyanet işlerimiz vardır. elbette bankalarımızın on milyon borçlusu olması dünya gerçeğidir. pazarımız neoliberal, eğitimimiz seküler, telefonumuz iphone’dur. tabi sorulursa elbette yeni bir dünya mümkündür; yeter ki bilgisayarımız ve yeteri kadar internet paketimiz olsun.
-19-
soma katliamında vefat eden 301 maden işçisinden bir tanesinin kızının türk hava kurumu reklamında oynaması hasebiyle, soma katliamında katil olarak addettiğimiz maden sahiplerinden, iktidar cenahından ve bunun sorumlusu tüm kişi ve kurumlardan özür diliyoruz..
betül ismindeki bu güzel kızımızı reklamda oynatmak… gerçekten de gözlerimizi yaşartıyorsunuz. ne kadar hakkınızı yemişiz sizin biz böyle. kurban olsun sermayenize 301 can daha…
son 10 yılda 10.804 işçi hayatını kaybetti. kaldı geriye 10.803 reklam. hadi bakalım.
-20-
fransız kolejinde okuyan küt saçlı bir kız olabilirdik, ama değiliz. muhacir olmaya zorlanmış bir suriyeli yetim de olabilirdik, ama yine değiliz. en olmadı, almanya’da dönerci açıp, çok zengin olmuş bir almancı’nın oğlu da olabilirdik, ne var ki o da değiliz. biz, burada, tarihin ve coğrafyanın şahitliğinde sadece ‘biz’ olarak bir tanış halindeyiz. tüm tanışıklıklarımız bir takım rastlantısal olayların zincirleme gelişiminden ibaret mi demeli, yoksa onlara başka anlamlar mı ithaf etmeli? insanların kalplerindeki boşluğu dolduramadıklarından, evlerini eşyalarla doldurma telaşına kapıldığı modern zamanlarda, birbirlerine ‘el-emin’ olabilecek insanları inşa etme kaygısı bir lakırdı mı, yoksa insanlığımızı kaybetmemek namına, tüm saldırılara göğüs gerebileceğimiz sağlam bir mevzi inşâsı mı? bence, bir takım insanların zamanı ve mekanı çokca paylaşmalarından intikal eden aralarındaki ilişki ”yakın arkadaşlık”tan ziyade, belki bir tür ”yakın tanışıklık” falansa; herbirinin bir diğeri için birer ‘el emin’ oluşuyla kaim olacak bir ilişki için zaman(tarih) ve mekan(coğrafya) yaratılmıştır. belki de insanlık tarihi dediğimiz şey, herbir ferdin sadece ve sadece yanındaki ve yöresindeki insanların kalbine doğru irtihal sürecinden başka bir şey değildir.
-21-
”biz islâm yüzünden geri kalmadık” tavrının içinde kabullenilmiş bir geri kalmışlık ve eziklik psikolojisi yatıyor. oysa ne müslümanlar, ne inkalar, ne de kızıldereliler geri kaldı; sadece katil ve yağmacı batı uygarlığı’nın saldırısına uğradı. bugünkü sahip oldukları tüm ölüm kusan teknolojilerinin ve dev sanayilerinin arkasında milyonlarca insanın kanı, emeği ve gözyaşı var. biz bu katil yağmacılardan geri falan değiliz. hırsızın daha çok parası var diye hırsızın gerisinde mi kaldık yani?
-22- ”dinsiz bir insan ahlâklı olabilir mi” tartışmasının güdük bir tarafı var. o da şu: ”ahlâk nedir?” bir köpeği kimyasal madde kullanarak öldürmek ahlaksızlık olurken, neden bir sineği kimyasal madde kullanarak öldürmek ahlak sınırları içinde kalıyor? yani ”ahlaklı ateist”ten kastımız, toplumun öngördüğü iyi hasletleri bünyesinde barındıran ama bunu dini bir temelle yapmayan kişi mi? eğer öyleyse zinayı, uyuşturucuyu ve alkolü normal karşılayan toplumlarda yaşayan ve bu işleri yapmakta bir beis görmeyen ateistlere biz ahlaklı mı diyeceğiz? hadi demedik diyelim, o zaman da kendi toplumumuzun öngördüğü doğru ve yanlışlarla insanları ahlahlı veya ahlaksız addetmiş olmayacak mıyız?
-23-
bazı insanlar fenerbahçe’yi tutar, bazısı galatasaray’ı ve çoğu kez ikisi arasında pek bir fark yoktur. bazı insanlar android işletme sisteminin, bazısı da ios’un daha iyi olduğunu iddia eder ve aslında ikisi arasında da pek bir fark yoktur. bazı insanlar sanal ortamda ”lol” diye güler, bazısı ”haha” diye ve bunların zaten hayatımıza dair dişe dokunur bir etkisi yoktur. bazı insanlar ölümden sonra hesabın olduğuna inanır, bazı insanlar öldükten sonra toprak olup gideceğine. bu durum diğerleri gibi değil: eğer ölümden sonra da hayat olduğuna inananların hayatı ile, ölümden sonra hayatın olmadığına inananların hayatı arasında bir fark yoksa, ikisinden biri yalan söylüyor demektir.
-24-
yeteri kadar uzaktan bakarsanız dünya topu topu nokta kadardır. yeteri kadar yakınlaşırsanız da bir atomun nokta kadar olduğunu temaşa etme şansınız var. yasi aslında çoğu kez noktanın ne olduğunun bir ehemmiyeti yok. tüm mesele bizim nerede durduğumuz. durduğumuz yeri değiştirdiğimizde aslında çok farklı görünen ideolojilerin, partilerin, liderlerin tek bir nokta olduğunu görme şansımız var. doğu türkistan’da zulüm var feryatlarının birilerinin işine geldiği için kulağımıza geldiğini farketme şansımız var. daha iki gün önce 15 işçinin imdadına niye hiçbir milletvekilinin yetişmediğini (yetişemediği değil) anlama şansımız var. bu şansı tepmeyelim; kendi gündemimizi, kendi kurtuluş çaremizi, kendi reçetimizi kendimiz yazalım.
-25-
insan sevdiğini gözlerken tek gördüğü sevdiğinin hâlâ görünmediğidir. insan açken tek hissettiği açlıktır. dişi açırken de tek düşündüğü dişi. demek ki dert edindiklerimiz kadarız..
-26-
tarihin hiçbir kertesinde aynı iktisadî yapıda olan farklı toplumlar olmamıştır. her toplum önce kendi zihin haritasına uygun pazarını inşâ etmiş, oradan kendi toplumsallığını ilan etmiştir. bugün türkiye’nin bir gevur ülkesi olmadığının kanıtı olarak imam-hatip liselerini, kur’an kurslarını ve camiileri sunanların; içinde kâbe dahi olsa küfrün yürürlükte olduğu mekke’nin terkedildiğini anlamaları gerekiyor.
-27-
bugün türkiye’deki müslümanlar ”bankaları patlatmak günah mıdır?”, ”coca-cola fabrikalarına saldırı düzenlemek caiz midir?” veya ”sermayeyi elinde tutup, yetimi ve yoksulu itenlere suikast düzenlemekte bir beis var mıdır?” gibi sorular sormuyor. bu işgale karşı hıncımızdan ve nefretimizden dolayı yerimizde oturamıyor olsak, böyle sorular sorarız. niye sormuyoruz peki? çünkü hiçbirimizin böyle bir derdi yok. bunun arizî bir durum olduğuna dair kalbimizde bir dürtü dahi yok. alimlerimiz, hocaefendilerimiz, şeyh efendilerimiz, tarikat önderlerimiz bizler bankalara saldırmayalım, coca-cola fabrikalarını bombalamayalım diye bizlere bunun yolunun şiddetten geçmediğini, mücadelenin farklı şekilde olması gerektiğini falan şeklinde teskinlerde bulunmalarını gerekiyor aslında. peki bugün ne diyorlar? ne diyecekler: ”ev alacaksanız seçimden önce alın, seçimden sonra faizler patlar” diyorlar.
-28-
bugün türkiye’de insanlar inandıkları şeylerin aslında kendileri için o kadar da vazgeçilmez şeyler olmadığını deklare ederek toplum nezdinde bir köşe kapmanın derdine düşmüş vaziyette. yani aramızdan bir solcu çıkıp da, ”bundan sonra türkiye’de komünizmin borusu ötecek ve biz rusya’da deneyimlediğimiz sistemi türkiye’ye uyarlayacağız!” diye haykırarak bir çalışmaya girişmiyor. ne diyor peki? ”türkiye neden isviçre gibi bir ülke olmasın?” diyor. eğer türkiye’de sistemin sıhhati için bir sol gerekliyse, bu ihtiyacı kendisinin gidereceğinin beyanatını veriyor adeta. aynı durum sağ cenah için de geçerli. aralarından hiçbiri ”bize sağcı derler arkadaş, biz türkiye’de teokratik bir sistemin yürürlükte olmasının yılmaz savunucularıyız!” demiyor. ne diyor? ”kur’an kursları olsun efendim.” diyor, ”bir liderin eşinin başı elbette kapalı olması gerekir.” diyor ama asla ağzından ”islâm’ın gelmesinden tereddüt edenler kâfirlerdir.” minvalinde bir söz çıkmıyor. bugün türkiye’de kim hangi köşeyi kapma telaşına düştüyse konuşurken hep özür diler gibi konuşuyor. kimden özür diliyor peki? milletten mi, hakaret ettiği ”karşı” tarafın sözcüsünden mi veya bir başkasından mı? yoo, sistemden. çünkü biliyor ki sistem boşluk kabul etmeyecek. kendisi gitse onun yerine başkası gelecek.
normallik ”norm”ları bize icbar edenlere kulluktan başka ne ki? sivri-lere binler selam olsun..
-29-
kimseye minnet etmeyelim. gönlü olmayanı yanıbaşımızda görmeye heveslenmeyelim. kuru kalabalıklara meyletmeyelim. aktif çalışmak istemeyen birisine illaha görev tevdi etmeyelim. izleyiciler için sayfamız zaten var, insanları oraya yönlendirelim. merakını gidermek, burada da değişik şeyler varmış telaşıyla yanıbaşımıza gelenlere farklı anlamlar yüklemeyelim. insanlar niye iphone alıyorsa yine aynı nedenle grubumuza katılmasın. gruptaki her arkadaş hiçbir yazıyı okumadan geçmesin. gruptaki her arkadaş aktif çalışmayı, elinden geldiğince her etkinliğe katılmayı, çok ufak dahi olsa maddi katkıda bulunmayı kabul eden insanlardan oluşsun. sayfamıza binlerce insan gelsin (ki yakında gelir) ama grubumuzda ”ben de sizinleyim” demekte ısrarlı kişileri görelim.
-30-
öyle olmasını isterdik, ama öyle olmayacak. şirket eğer özel güvenliğiyle giremezse mahremimize, devlet araya çevik kuvvetini sokacak. bizim vergilerimizle alınan biber gazıyla nefesimizi kesecekler önce. o da yetmezse sırtımızda jop kıracaklar. yaylanızı, derenizi, evinizi, hayat tarzınızı, bilmem içinde kaç nesil yetiştiği evinizi savunurken içinizde her daim devlete mukavemetten yargılanmanın korkusu olacak. o asfalt illaha tam kalbinizin içine dökülecek. sonra betonlar gelecek; viyadükler, yollar, arabalar, köprüler, arabalar, petrol… size asla konuşma payı bırakılmayacak. mahkeme kağıtları gösterilecek, ”emir kulu” eli joplu ciddi adamlar gelecek kapınıza. zeytinizi sökecekler, git zeytini migros’tan al diyecekler. keçilerimizi alacaklar, sütler soldan ikinci reyonda olacak. atlarımızı zenginlerin hobilerine maskara edecekler, sonra araba al, benzin al, kırmızı ışık da dur, dönerken sinyal ver diyecekler. bu direnişi 70-80 yaşındaki nineler kaybedecek. sermayenin ”emir kulu” olanlar nasıl ellerinden geleni artlarına koymuyorsa, gelin biz de emirlerine kul olmaya iman ettiğimiz rabbi’mize kul olalım: zalimlere ve zulme sessiz kalanlara karşı elimizdekileri ardımıza koymayalım.
-31-
bize ”siz adam yetiştirin.” diyen forslu abiler bu cümleyle neyi kastediyor söyleyim:
siz yalın ayak, baldır bacak adamlarsınız. sizin neyinize siyaset konuşmak? halbusi bir mercedes olur, o da olmadı bir audi’niz falan olsa; şöyle en az 400-500 liralık canti takım elbiseyi çekseniz üstüne, üzerine de rolex bir saati iliştirseniz mesala; konuşurken önünüzdeki masaya düzseniz iphone’u, araba anahtarını ve marlboro’yu; hah işte o vakit siyaset konuşabilecek kadar ”yetişmiş” olursunuz. siz adam yetiştirin. tabi canım.
-32-
bir ateist, yaratıcıya inanmaz. lakin bir avuç insanın tüm dünyayı yönettiğine, türkiye’nin amerika eksenli hareket ettiğine, bir an evvel dünyadaki ve türkiye’deki batı hegomanyasının kaldırılması gerektiğine kalbi kâni olmuş olabilir ve bize ”burada dinlenmeye değer bir şeyler var” nazarıyla da bakıyor olabilir. otururuz, uzun uzun konuşuruz.
bir muhafazakâr, yaratıcıya inanır. ayrıca amerika’yla işbirliği yapmadan siyaset yapılamayacağına, faizin bir dünya gerçeğine olduğuna, müslümanlığın sadece namaz, oruç, zekat, haccla kaim olduğuna; dünyadaki diğer zulümler karşısında tavır almanın kalbi karartığına falan inanır ve bizim söylediklerimize de dudak büker. oturmaya gerek yok; ”eğer sistem domuz yemekle yürürlükte kalıyor olsaydı, domuz yemeye fetva buluyor olacaktınız” deyip, selam verip oradan geçip gideriz.
-33-
türkiye’de kimler yaşar?
”türkiye’de türkler ve gevurlar yaşar” diyebilir miyiz? türkiye’de ”müslümanlar ve kâfirler yaşar” veya? o da olmadı ”türkiye’de türkler, kürtler, çerkezler, araplar, lazlar… yaşar” falan? peki ”türkiye’de milli görüşçüler ve diğerleri yaşar” desek? başka ”türkiye’de komünizm’in yürürlükte olmasını isteyenler ve buna engel olan faşist gruplar yaşar” nasıl olur? veya ”türkiye’de bir kadın mücadelesi verenler ve bu mücadeleye direnen eril bir toplum yaşar” mı desek? bu böyle uzar gider. türkiye’de kim yaşar sâhiden bilmiyorum ama türkiye’de ölenler kim çok iyi biliyorum: hep bu memleketin evlatları.
-34-
uzaktan şehre bakıyorum. içinde onlarca hikaye: alacaklısına vereceği borcu düşünen hüseyin abi, sevdiği kızı başkasıyla görmüş ahmet, üniversite telaşına düşmüş samet… sadece onlar mı? değil elbet. türkiye’nin istikbâlinin türkiye’de millî bir bilinç oluşturmaktan geçtiğine kâni olmuş ismet… iddia kuponu yattı diye balıkesirspor’a bu gece dargın uyuyacak alper… halısahada bileğini burktuğu için final haftasında ders çalışamayan ahmet… herkesin kendi hikayesi, kendi kahramanları var. bense pörsümüş bir dünyanın yüreğini kahredecek cümleler düzeyim diyorum, ilkin kendi boğazıma duruyor; yazamıyorum. biliyorum, bunlar hep geçecek, bizim hikayemiz öldüğümüzde mutlu son verecek.
-1-
biz müslümanız. hz. âdem’den (as) başlayıp, hz. peygamber’le (sas) kemâlâta eren islâm medeniyeti’ndeniz. milletimiz, hanif olan ibrahim’in milleti’dir. yerden otuz metre yukarıda, yüz metrekarelik bir dairede yaşamsal fonksiyonlarımızı yürütmekteyiz. küreselleşen dünyamızın, bankalarla dolu mahallemizin, apartmanlarla bezeli sokağımızın ve not ortalaması/ gelecek kaygısı/ kaliteli yaşam endişesi ile mündemiç hayatımızın içinden, içimizde bir sıkıntıyla geçme meşguliyetindeyiz. mücadelenin cedelleşmek, tartışmak, debelenmek; mücahedenin cehd etmek, gayret etmek, planlı/ programlı/ teşkilatlı hareket etmek olduğunun ayırdına vardığımızdan beridir bireysel teşebbüslerin namazı cemaatle kılmayı emreden, ”üç kişi bir araya geldiğinizde başınıza bir emir seçin.” diyen bir dinde yerinin olmadığının bilincindeyiz.
-2-
kişisel gelişemedik. neden kendimizi dünyanın merkezine yerleştirmemiz gerekmesine, kimsenin yapamadıklarını sadece bizim yapabileceğimiz inanmalarına, kazanmak için doğduğumuza, herkesten önde olmalara bir anlam veremedik. ”dünyada ya yolcu gibi ol, ya da garip gibi” diyen bir peygamberin ümmetinin ne ara her şeyi metalaştırıp piyasaya sunan sistemlere, vücut dili öğrenim setleriyle kendini pazarlama sanatına ve daha nicesine entegre olmasına hayret eder olduk. hayretliğimiz de iyi oldu; kazanma hırsından etrafımızdakilere hayret etmeye vaktimiz olmayacağını bildiğimizden midir nedir bilinmez, hayret etmeyi kazanmaya seçtiğimizden beridir, hayretliğimiz her daim kazanma hırsıyla dolup taşarken elde edemeyeceğimiz kazanımları galebe çalar oldu.
-3-
”hep bu şeytan yüzünden yasak ağaca yaklaştık!” demeden, ”biz kendimize zulmettik.” diyen hz. adem’in ve hz. havva’nın çocuklarıyız. insan, suçu kendinde bulduğu sürece insan olduğuna olan inancımız; yasak ağaca yaklaştı diye şeytanı suçlamadan, suçu kendinden bilerek allah’a samimiyetle yönelerek tövbe isteyen ilk insan ve ilk peygamberden ileri gelmektedir. suç varsa, suçlu da vardır. suçluluk, tövbe gerektirir. bu kadar suç varken, herkesin karşıdakini suçlu gördüğü şartlarda, herkes suçludur. tövbe, bir duadır. dua da, hareketi gerektirir. tövbeye meyyali olmayan, kendilerini suçlu görmeyenlerdir. biz suçluyuz, tövbe ediyoruz, harekete geçiyoruz.
-4-
aklımıza her kendimiz geldiğinde, kurduğumuz her cümle boğum boğum gırtlağımıza yapışsa da; sesin bu kadar çirkin çıktığı, sözün bu kadar ayağa düştüğü şartlarda sınavımız; kurduğumuz cümlelerin hakkını verebilmektir. insan söz söyler. söz söylemek; yerlerin, göklerin ve dağların kaldıramadığına namzet olmaktır. insan ilk sözü kâlû belâda vermiştir. hayat, o söz üzere yaratılmıştır. orada kurduğu cümlenin hakkını verebilmek için insan dünyaya gönderilmiştir. laf, işten sonra gelse de; söz, işten evvel gelir. âyinesi iş de olsa kişinin, o âyinedeki gerçek kişi; bizatihi o kişinin sözüdür. sözümüz senettir. sözünden dönenin kaşığı kırılsın.
-5-
sıffin savaşında karşıdaki müslümanları sindirebilmek için kur’an-ı kerim’in o mübarek sayfalarını kılıçlarına geçirenler hâlâ ölmedi; şimdi de dillerine kitab-ı mukaddes’in ayetlerini geçirerek karşıdaki müslümanları sindirmek için cümleler devşirerek yaşıyorlar. kur’an ayetlerini kişinin kendi zalim-mazlum çizgisinden okununca; kendi siyasi çizgisinde olmayan, kendi düşüncesinde olmayan, kendi görüşünde olmayan müslüman kardeşine allah’ın ayetini diline geçirerek saldırmaktan imtina edilmiyor. kur’an okumalarında okuyan kişi muhattap olarak dinleyecilerini alıyor. dinleyiciler de okunan ayetin muhattabı olarak da o mecliste olmayan bir başka üçüncü kişiyi alıyor. allah’ın o mübarek ayetlerinde zalim dediği bir okumada siyonistler oluyor, bir başkasında iktidar partileri oluyor, bir başkasında rakip cemaat oluyor. nefsine toz kondurmadan firavunlaşanlar, firavun’dan bahis geçen ayetlerde firavun’a beddua etmekten de geri durmuyor.
-6-
serbest piyasa koşullarına en uygun lider ölü liderdir. lider bir kere ölmeyegörsün, dirisiyle kavgalı konjonktür hemen o’nu paketler, ambalajlar ve servise sunar. şartları tehdit edebilme ihtimali olan liderin dirisine uğramadık saldırı, edilmedik iftira, yapılmadık zulüm kalmaz ama; liderin ölüsü bir anda özgürlük savaşçısı, büyük önder oluverir. allah’ın vahyini görmezden gelerek hz. isa’nın getirdiklerini sümen altı edenler için, o öldükten sonra sözlerini tahrip edip, kurmuş oldukları sisteme ölüsünü entegre etmekte herhangi bir beis yoktur. ingiliz emperyalizmine karşı durmak için hayatını ortaya koyan, şimdi yaşasa yine aynısını yapacak olan gandi’nin heykeli de ingiltere parlementosuna dikmekten kimse imtina etmez. kapitalizm düşmanı che guevara ölür, üzerinde che resmi olan t-short dünyanın en çok satan ürünü olur. necmettin erbakan yaşarken o’ndan bahis açınca ”siz siyasete karışmayın” diye ağız bükenler, hemen ölümünde en geçer akçe olarak erbakancı olmayı cv’lerine serpiştirmekten asla gocunmazlar.
-7-
bilimci değiliz, bilime tapınmıyoruz. işlerin ‘nasıl’ yürüdüğünü anlama gayreti, ‘niçin’ yürüdüğüne dair bir cevap veremeyeceğinin bilincindeyiz. bilim, sadece bilimsel gözlemle elde edilen bilgiyi ‘bilgi’ olarak addeder. bilimcilerin tapınma ritüeli olarak ”bilim her şeye yeter” veyahut ” bir gün her şeyi bilim bilecek” iddialarının bilimsel bir tabanı yoktur çünkü bu iddialar bilimsel gözlemle elde edilmemiştir. bilim ise allah’ın koyduğu değişmez dediği yasaları anlama çabasıdır. kitab-ı mukaddes’te bu uğraş onlarca kez ayetlerle teşvik edilir. aydınlanma çağı’ndan beridir kavgaya tutuşan hıristiyanlık ile bilim arasındaki çatışma islam’la bilim arasında yoktur. ayrıca, bilgi yalnız allah katındandır. habil’i öldürdüğü vakit o’nu nasıl gömeceğini bir karga misaliyle kabil’e gösteren allah, yeni bir bilgi keşfinin namümkün olduğunu da, bilgiyi iyi veya kötü ayırtetmeksizin insanlar arasında taksim ettiğini de böylece açıklamış olur. bilgi vahiy yoluyla peygamberler aracılığıyla insanlara iletilir. tüm dünyanın afrikalı bir kız çocuğunun hayalinden ibaret olmadığını bilim bize açıklayamazken, vahiy bize bunu açıklayabilir. bilimin yanıbaşımızda bir cinin oturmadığını anlayabilmesi için, ‘tüm şartlarda’ bu durumu deney ve gözlem süzgecinden geçirmesi gerekir. ‘bilim adamları geldiği zaman cinlerin odayı terkettikleri’ olasılığı ise her daim vardır. bilimsel her bilgi bir inanca dayalıyken, vahiy inanca değil; bilgiye dayalıdır.
-8-
sene 2003. ‘fahişe kraliçe’ lakaplı madonna’nın çıkardığı çocuk kitabı milyonlar satarak dünyanın en çok okunan çocuk kitabı oluyor. rol model olarak madonna’yı alan yeni nesilin yıldızları, her geçen gün konserlerde yaptıklarıyla madonna’ya rahmet okutuyor. insan vücudunu ve cinselliği meta haline getirip piyasa sunanlar; ağızlarından özgürlük, kardeşlik, dünya barışı nîdalarını da eksik etmiyor. emperyalizmin en şiddetli saldırısı karşıdaki toplumun kültürüne oluyor. caddelerinde kadın/erkek farketmeksizin karşı cinsin dikkatini çekecek şekilde vücutlarınının görüntüsünü pazarlayanlar, saygı duyulması gereken kişilermiş gibi toplumun önüne çıkarılıyor. ilan panolarında bir cinsel obje olarak şuh bakışlar eşliğinde kimyasal ve fotoşop destekli leydilerin ”hayat bir defile, her an hazır ol” deyu feryadı, tüm herkesi bedenlerini piyasaya sürmeye davet ediyor. feminizmin çağrılarıyla sokağa dökülen kadınlar, kapitalist süreçte en fazla sömürülenler oluyor. üründen daha çok ambalaja kıymet veren sermaye sahipleri, kadın vücudunun en etkili silah olduğunu keşfettiğinden beridir akla gelen her ürünü pornografik bir öge eşliğinde satışa sunuyor. modern zamanlarda eşinin ayağını yıkamayı kendine hakaret sayan kadınlar, pedikür yaptırmaktan/yapmaktan bir an olsun dahi imtina etmiyor. ”bu böyledir” diye vazgeçecek değiliz. inşaallah elbet bir gün kapitalizmi de, dayattıklarını da denize dökeceğiz. durmak yok, mücahedeye devam.
-9-
mekke’yi her yıl binlerce insan ziyaret ediyor, mekke’nin pazarları devrin en büyük ticaret merkezlerinden oluyor, kervanlar mekke’ye uğramadan geçmiyor, ‘gelişmiş’ mekke’nin sahipleri tüm arap yarımadası’na, oradan da filistin’e kadar ticaret hacimlerini geliştiriyordu. hepsinden daha kıymetlisi, içinde en değerlimiz kâbe’miz vardı. yesrib ise kan davalarından kavruluyor, bölük pörçük birçok kabile olmadık sebeplerle birbirinin kanını döküyordu. hazreti peygamber’in (sas) 23 senelik peygamberlik döneminin 10 senesi işte bu mekke’de geçti. boykotlar, eziyetler, işkencelere rağmen hakikat susmadı; burada ahlâk ve erdem üzere 40 tane birey müslümanı inşâ etti. o sırada peygamber’in (sas) yesrib’e gönderdiği davetçileri yesrib halkının kalbini islam’a açmış, sabırsızlıkla kutlu elçinin hicretini bekliyordu. ilahi mesajla hicret yolu açılan hazreti peygamber (sas), meşakkatli bir yolculuğun ardından yesrib’e vardı. içinde kâbe’si, pazarı, ticareti, teknolojisi, sermayesi olmayan yesrib’in artık hazreti muhammed’i (sas) vardı. mekke’de inşâ edilen birey müslümanlığı, medine’de yerini müslüman toplumsallığa bıraktı. yesrib; medenî oldu, medine oldu, medeniyet oldu. ilk defa cuma namazının emredilmesinin akabinde müslüman toplum; pazarını, ibadethanesini, ilim yerini kurdu. medine sözleşmesi’yle müslüman, yahudi ve pagan toplulukları tek bir ümmet oldu. demek ki sokaklarında gökdelenleri, viyadükleri, ticaret merkezleri, otoyolları olması bir yeri medenî yapamıyorken; sokaklarında kadınların alçak bir bakışa maruz kalmadığı, herkesin can-mal-inanç-akıl-nesil emniyetinde yaşadığı, evsizlerin/ yolda kalmışların/ zora düşmüşlerin yardımına koşan insanların olması bir yeri medenî yapıyor.
-10-
ey â-dem!
vallahi eleştirdiğimiz insanlardan, düşüncelerden daha iyi değiliz.. kimseden iyi değiliz.. sadece iyiliği seçmeye çalışıyoruz. firavunluğa diş bileyişimiz belki mısır’ın bize boyun eğmemesindendir, onu da bilemiyoruz.. allah’a şirk koşarak putperest olanlardan ve ”putları ben kırdım” diyerek benliğini putlaştıranlardan tek yüce olan allah’a sığınırız. iyiliği tekeline alıp, kendinden gayrısını kötülük görenlerden olmamaktır dileğimiz. tanrının sözünü insanlara götürüp, dilindeki tanrı sözü diye kendine kutsallık atfedenlerin yoluna girmemektir gayretimiz. allah’ın elinde tuttuğu bir kalbi kırmamayı, en kıymetlimiz kabe’yi yıkmaya yeğleriz. binlerce insan hasretle yolunu gözlerken, medine’ye vardığında yanındaki arkadaşıyla karıştırılan peygamberin ümmetiyiz. medine’yi fethettiğinde devesinde iki büklüm olan peygamberin ümmetiyiz. hasırda yatarken beline izler çıkan peygamberin ümmetiyiz. yeni bir dünyayı kurmalara, kapitalizmi denize dökmelere, adil bir düzen için çalışmalara olan hevesimiz kendimize farklı bir değer atfettiriyorsa demek ki kibrin yolundayız. tüm çalışmalarımız oyun-oyalanma olan dünyadan şerefimizle geçip gitmektir, hepsi bu kadar.
-11-
türkiye’nin küresel sisteme entegrasyonu süresince gıkını çıkarmayarak devletin belli başlı makamlarına adamlarını yerleştiren, serbest piyasa koşullarında müntesiplerinin devletin açtığı ihalelerde hemen hazır ola geçiren, parsel parsel yetimin/garibin/fukaranın hakkına girerek devletin arsalarını zimmetine geçiren bir çok kanaat önderi, iktidarla aralarında geçen birkaç küçük tatsızlığın akabinde; bir anda hükümetin ne kadar hain, islam düşmanı, bedbaht, hodgam, hodfuruş falan olduğunu dillerine dolamaktan en ufak bir hâyâ etmiyor.
-12-
türkiye’nin artık ımf’ye ihtiyacı kalmadı çünkü artık türkiye bizâtihi ımf’nin kendisi oldu. emperyalizme karşı çıkabilecek, bu sisteme çomak sokabilecek bir türkiye’nin varlığı; topraklarımızın, kurum ve kuruluşlarımızın, anadolu insanının yabancı sermayeye peşkeş çekilmesinin akabinde artık söz konusu değil. türkiye’nin artık geleceğe dair en büyük tasavvuru , doğu’nun petrolleri batı’ya aktarılırken arada köprü olabilmek ve yeni dünya düzeni’nde belki bir takım ayrıcalıklar kapabilmek. küresel çeteler dünyanın enerjisini sömürürken, sistemin tamtakır yürürlükte kalabilmesi için kendisine ”ileri karakolluk” görevi bahşedilmesine sevinen muhafazakâr kadrolar-kukla liderler görevde olduğu sürece de bir şeylerin değişebileceği inanmak güç.
-13-
ilk ırkçı şeytan’dır. ateşliğini topraklığa üstün görüp, allah’ın ”toprak olana secde et” emrine riayet etmeyen şeytan; kendi ırkına bir değer atfetip, bu ırkın bir müntesibi olmayı diğer ırklara bir üstünlük gören tüm ırkçı faşistlerin yegane lideridir. türk olarak doğuşunu kürt olarak doğanlar için bir ayrıcalık görenler, veda hutbesi’nde hazreti peygamber’in (sas) ”arabın arap olmayana, arap olmayanın da arap üzerine bir üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyaha, siyah tenlinin kırmızıya bir üstünlüğü yoktur.” deyişini sümen altı etmektedir. türkçülük yapanlarla kürtçülük yapanlar aynı milletin, küfür milletinin çocuklarıdır. biz, hepimiz adem’in çocuklarıyız. türk deyip müslüman demeyen, müslüman deyip de kürt diyemeyenlere bilcümle karşıyız. bir ermeni müslüman olursa, biliriz ki bir ermeni yine bir ermeni’dir. islam milleti türklerden, kürtlerden, ingilizlerden, ermenilerden, afrikalılardan müteşekkilken; küfür milleti de yine türklerden, kürtlerden, ingilizlerden, ermenilerden, afrikalılardan teşkil olur. bizler, her tarihte ve her coğrafyada bir elin parmağını geçmeyecek kadar dahi olsa olan hanif olan ibrahim’in milleti’ndeniz. -14-
hudea bizim neyimiz olur?
güneş şehrimizi terkedeli altı saat, yeniden üzerimize doğuşuna da yine altı saat kala, mekan altımızdan çekilirken ve dahi zaman üzerimizden geçip giderken; hudea bizim kaybettiklerimiz olur. kaybettiklerimizi de ne zaman bulacağımızın muçhuliyeti olur, yüreğimizdeki sızı olur. hudea, ırak’ta küçücük bebelerin kafalarını botlarıyla ezen amerikalı askerlerin ”yes!” ”yes!” diye bağırışlarını duymalarımız olur. somali’de italya’nın; pakistan’da ingiliz’in; filistin’de israil’in; afganistan’da rusya’nın; sudan, moritanya, mali’de fransa’nın zulmüne ümmetin suspuş oluşudur. hudea, kararan günün rabbinden umuda dair en ufak bir bekleyişimiz olur. âh hudea…
-15-
çok uzakta değil, yanıbaşımızda, mahallemizde daha körpeçik, küçücük suriyeli kız çocuklarına ağızlarından salyalar akıttı senelerce hacı amca dediğimiz komşularımız. hazreti muhammed (sas) deyince elini kalbine götüren bu hacı amcalar bir an olsa dahi suriyeliler kapımıza kadar geldiğinde de kalplerine kadar götürdükleri ellerini yardıma götürmedi. her ramazan ikinci kat, 135 metrekare, 4+1, güney-doğu cephe dairelerinde yaptıkları iftar akabinde gençlere teravihe gitmenin ehemmiyetinden dem vuran bu amcalar; sahurlarda da kendi vatanını terketmek zorunda kalıp, diğer müslümanların yanına sığınan ensar-mücahir kardeşliğine de atv’de nihat hatipoğlu’nun muhteşem sunumuyla dinlemekten bir an olsun vazgeçmediler. bitti mi? tabiki hayır. beş para etmez dairelere ”suriyelilere uygundur” diyerek fahiş fiyattan daireleri kiraladılar. günlüğü 25 liradan en pis işlere mahkum edilen suriyelilere bir de utanmadan, sıkılmadan, en ufak bir hâyâ etmeyen ”insan hiç kendi vatanını terkedir mi?” diye sorma cüretini kendilerinde buldular. bugün sokaklarımızda binlerce suriyeli, ve yine ilginçtir kendine ”ben hümanistim” diyen binlerce insanımız var. müslümanlığınız da yalan, muhammed deyişiniz de. hümanist deyişiniz de yalan, iyi dilek temennileriniz de.
-16-
bu şartlarda inananlar için nuh’un gemisi hüzün dolu bir kalptir. hangi söze başlasak sonu başka bir kutuplaşmaya gebe olan tartışmalarda; kime ne desek bir başka birinin kuyusunu kazıyor olmalarını hissetmelerimizde; kime, kimi, kim için şikayet edeceğimizin şaşkınlığında cümleler düzerken ve her çay sohbetinden geriye kalan daha fazla kalp kırıkları ve daha derin ayrışmalar olurken; biz de bu fırtınalardan kalbimize sığındık. selamete erişir miyiz, bilinmez.
-17-
”kızgındım, ne dediğimi bilmiyordum” cümlesindeki bahane, kızgınlığın geçip, yeniden ortamın muhtelif çaptaki dayattıklarına boyun eğerken söylenegelen bir yalandır. aslında insan, ne dediğini bir tek kızgınken, üzgünken, heyecanlıyken, hevesliyken, hırslıyken bilir. mahirlik, istemediği şeyler olunca istedikleri şeyler olurken söylediklerinin arkasında durmaktır. sosyal medyada kendilerine tahsis edilmiş alanlarda afili cümlelerle köşelerini süsleyip, oruç ağız yaz sıcağında ortaokul çocuklarının kalbine sevgiye dair birkaç cümle bırakabilmek için uğraşanlara ağız bükenlerden olmamak, en büyük duamızdır.
-18-
kalbine merhamet kuşanmadan diline ayetleri tutuşturanlarla aynı yolun yolcusu değiliz. ”teröristler öldürüldü” deyince yüzüne müstehzi bir gülücük yerleştirenden, ”berkin de, yasin de, savcı da, iki genç de bu ülkenin evladıdır.” demeyen, diyemeyenlerden; her toplumsal krizde oturduğu yerden savaş nâraları atıp; kardeşlik adına, adalet adına, birlikte yaşama adına tek sözü bulunmayanlarla aynı yolda yürümek istemiyoruz. her ölümden sonra maktülün mezun olduğu okulla, eşinin başörtüsüyle, kaldığı yurtla (…) toplumsal çelişkiyi körükleyenlerin yeryüzüne dair en ufak bir hayrı yoktur. küçücük bebelere boyundan posundan büyük etiketleri yaftalayarak kalanlarını her gün binlerce kez öldürenlerden; berkin’in annesinin, savcı’nın eşinin, yasin’in babasının yüreğine sığınırız.
-19-
”ibrahim’e selam ol!” ilahi emrine muhatap olan ateşiz biz. hz. ibrahim’i (as) kucağına alıp, ona dar’üs selam, selamın mevkii olan yani islam olan ateş, gömleğimizdir bizim. o ateş ki içine düşeni yakmayacak, zarar vermeyecek; içine düşen için emin, güvenilir olacak; içine düşene felah ve kurtulaş yeri olacak; içine düşen için selam yeri olacak, selam yurdu olacak. çünkü müslüman selam olandır. müslümana yaraşan ibrahime karşı ateşin tavrıdır. selamız biz, müslüman, islam; hepsi aynı kelam.
-20-
yemin ediyoruz!
ey hıristiyan, yahudi, ateist, şii, sünni, ermeni, laz, türk, kürt veya homoseksüeller.
kendi kutsalımızı (hizbimizi, cemaatimizi, mezhebimizi, liderimizi, peygamberimizi, menfaatimizi) yüceltip, sizi aşağılamayacağız. kutsalın sadece allah (cc) olduğunu, hakkı, hakkıyla sadece allah’ın(cc) bilebileceğini, hükmü verecek olanın allah (cc) olduğunu, kendimizin aciz olduğunu biliyor ve itiraf ediyoruz. malınıza, canınıza, namusunuza zarar vermeyeceğiz. kendi elimizin emeğinden başkasına elimizi uzatmayacağız. sizin namusunuzu kendi namusumdan ayırmayacağız. bir iyilik olursa sizinle yardımlaşacağız. biat ediyoruz. söz veriyoruz. selamız biz: müslüman.
-21-
”ahı hudea” sayfamızın son yazısıdır:
yürek sahibi insanların bir gece daha rahat uyumalarının yolu bugün de face’den ”yırtık çocuk ayakkabası edebiyatı” yapmalarından geçtiğine kanaatimiz vâki’ olduğundan beri ”peki biz ne yapabiliriz?” pişkinliğinde değil, ”biz ne yapmadık da böyle oldu?” telaşındayız. bu telaşta çıktığımız yolda kafaları, kolları, bacakları parçalanmış insan bedenlerini, kan gölü olmuş islam coğrafyasından kesitleri sosyal medyada pazarlayanlara gelen binlerce beğeniyi midemizi kaldırmazken; bizim onlardan farkımızın bu işi daha kötü beceriyor oluşumuz mu? fotoğraf makinesini silah zanneden küçücük bir çocuğun sûretini profil resmi yapıp, ismini facebook sayfalarında ayağa düşürmenin, bir insan olarak muamele görmediği için o’nun ismine cengaver kesilirken, yine o’nun ismiyle insanları ”beğeni”ye çağırmanın bir başka veçhesine başka bir ahlaksızlık değil de nedir?
-22-
”islam bir hayat nizamıdır” diyenler aşkı elimizden aldı. namazı sadece toplumsal mesajlar veren bir ritüel olarak görünce, o güzel peygamberin bir gece vakti gözyaşlarıyla kıldığı teheccüh namazlarının adı da manifestolarda kendine yer bulamadı haliyle. metropollerde eşitlik mitingleri düzenlerken ezilen çiçeklere, en çok her sabah ayırt etmeksizin tüm çiçeklere selam verenler üzüldü. ”siz dini ninelerin yaşadığı gibi olsun, evden dışarı çıkmasın istiyorsunuz” deyip, kapitalizmin karşısına islam’ı koyanlar, marksist tahlile sıcacık bazlamayı tercih etti. ”duanın bir hükmü yoktur, çalışmak gerekir” deyince de en çok annenin elinden yeni çıkmış, sıcacık ballı tereyağlı bir bazlama boynunu eğdi. kim bilir, belki de allah helakımızdan önce tartışmada haklı çıkacağım da karşıdaki mahçup olacak endişesi güden insanların, çayını karıştırırken etrafı rahatsız edeceğim diye kaşığı bardağa vurmamaya çalışanların ve ”ölürüm de cüzdanımdaki derneğin parası benim zannedilir” diye telaşlanan insanların tükenmesini bekliyordur.
-23-
yer: israil konsolosluğu. zaman: yüzlerce filistin’in şehadetinin hemen akabi. çevik karşımızda. her taraftan ”polisle çatışmaya girilmeyecek!” nidâları yükseliyor. yüzlerce insanın şehadeti aklımızda, her tekbir ortamı daha da geriyor. ”hadi!” desen üç kişi oracıkta canlı bomba olacak. menzili konsolosluk camları olan bir taş duvardan sekip, bir polisin kafasına geliyor. çevik taarruza geçiyor, belli ki kalabalığı dağıtacak. eline jop alan çevik kalabalığı geriye itiyor. o kalabalıkta herkes geriye çekilirken parkta canı sıkılıp konsolosluğun önüne kadar gelmiş bir çiçek var. hemen kaldırımın kenarında bitivermiş. ellerini yumruk yapmış, dillerine şehadet türküsü tutturmuş, sloganları tekbir olanlar çiçeğe basmamak için binbir takla atıyor. biri üstünden hoplayacağım diye uğraşıyor, biri çiçeği ezeceğini farkedip hemen ayağının yanıyla basmaya çalışıyor, biri yanına bastığı için bozulan toprağını düzeltiyor… allah aşkına, ben bu adamları nasıl sevmeyeyim?
-24-
suit takım elbise, saçlar jöleli, parlak ayakkabılarıyla abilerimiz şöyle diyorlar: ”ya şalla örtünme mi olur!?”, ”türbanın da bi ağırlığı var yani !?” erkekler, kadınların kılık kıyafeti ile ilgili konuşurken kendilerine bir sorumluluk yüklenmemesinin rahatlığı içinde. e böyle ”bozuk” olan sistem içinde de kılık kıyafet yönetmeliğini tekeline almış erkekler hanım kardeşlerine nasihatte bulunacak haliyle, bulunuyorlar da: ”süslenmek için takvadan güzel birşey bulamazsın.” kırmızı giymenin tercih edilmemesi yönünde hadis varken, koluna kafam kadar saat takmışken, saçlarını ”ebu hanzala stayla” şekil vermişken, kendi görüntüsünü pornografik bir unsur olarak yazının yanına iliştirmekte en küçük bir beis görmezken; değerli ”müslüman” erkek kardeşim ”din nasihattir” işine hanımlara ders vererek başlamış. ayrıca, gömleği o şekilde katlamak caiz değil diye diyanet işleri’nin fetvası var, çok ciddiyim. :))
-25-
muhafazakârlık delikanlı adamın geyikli taytıdır
ağaçlardaki meyveler artık bizim değil. akan derelerden su içemez olduk. artık tohum ekip rızkımızı alabileceğim bir toprağımız yok. dünyayı parsel parsel bölenlerin dünyasında binlerce evsize tek bir çatı çok görülüyor. milyonlarca insan asgari ücretle çalışıp, sermaye için sabah altıda yataklarından kalkıp, çocuğuyla bir kahvaltı yapamadan iş yerine koşturuyor. sistemin sahibi küresel çeteler küreselleşmeye karşı çıkan her düşünceyi, her lideri, her hareketi paramparça ediyor. serbest piyasa koşullarına ayak uyduramamış tüm ülkelerin askerleri eritiliyor, liderleri yok ediliyor, kadim şehirler yıkılıp yerine kapitalizme yenik düşmüş kentler kuruluyor. ilaç şirketleri, kanser dernekleri kâr maksimizasyonu için debelenirken bize bunun ”realite” olduğunu söylüyorlar. 1+1 bir evde engelli çocuğuyla kalan bir annenin mutfağını dekore eden kanalların annenin ağlayaşına zoom yapmasına nasıl ses çıkarmayacağız? muhafazakâr kadrolar kendilerine gönderme yapan dizileri anında yayından kaldırırken; tecavüz, çocuk istismarı, aldatma temalı onlarca diziye ses etmemesine ”bu böyledir” mi diyeceğiz? muhafazakârlık delikanlı adamın geyikli taytıdır! vallahi iğrenç duruyor.
-26-
”makamlar geçici” diyen milletvekilleri gerçekten de makamların geçici olduğunu farketmiş olsa gerekler ki giderayak kendilerine neredeyse asgari ücret kadar zam yaptılar. garibin, gurabanın, fakirin, yolda kalmışın, yetimin parasını bir an olsun bile cebe indirmekten imtina etmeyenler, mitinglerde ”dünyada bir yolcu gibi yahut bir garip gibi olun” diyen o güzel peygamberin ismini ağızlarına almaktan yine bir an olsun imtina etmediler. bol danışmanlı yapılan toplantılarda muhafazakârlar, ulusalcılar, türkçüler ve kürtçüler gariplik nedir hiç bilemedi. ideolojilerinin arkasından çıkarttıkları gür sesleri, kişisel gelişim uzmanlarınca hazırlanmış takım elbiseleri, akademik kariyerini tamamlamış yardımcıların hazırladığı okuma metinleri elbette milyonlarca işsize, milyonlarca gelecek kaygısı taşıyan öğrenciye, toprağı kıymetini kaybetmiş köylüye, sokaklarda dilenmeye terkedilmiş insanlara bir umut vermeyecekti ve zaten vermiyor da. garipler tek millettir. biz bunlarla aynı milletten değiliz.
-27-
afili heybetiyle kaim avm, koca şehrin kalbi hüviyetinde. gün daha yeni uyanmasına rağmen, tüm şehir mabedine koşuyor. betonlaşmış şehrimin gri insanları, renkli- cafcaflı- afili vitrinlere meylediyor. ayağı bütün gün toprağa basmayacak olan kitleler, enerjisini kredi kartlarının güvenli kollarına kanalize ediyor. her fatura mensup oldukları kast sisteminin biletleri hükmünde. ruhlarını kaybetmiş, hayatı defile olarak olarak görenler bedenlerini podyuma çevirmenin telaşında. taksitlendirilmiş ödemelerde suyun derecesi iyi ayarlanmış kurbağa rahatlığı sarmış dört yanı. kimyasal destekli leydilerin ve fit vücutlu abilerin hayranlığıyla salyalar akıyor her bir ağızdan. yemek sesini duyan pavlov’un köpeklerinden, çok sesli müziği duyunca alışveriş yapan insancıklara dönüşümüzün hikayesi bu.
-28-
arap baharı’nın bilançosu: yüz binlerce ölü, milyonlarca mülteci, yıkılan kadim kentler, küresel sermayeye peşkeş çekilmiş islam coğrafyası’nın doğal kaynakları, kukla liderler, küresel çeteler karşısında direnebilecek bir tane bile askeri kalmamış ordular, mısır’da 7 bin tane tertemiz ihvan üyesinin katli, suriye’de 3 yüz bin insanın ölümü, yine suriye’de evini, geçim kaynağını, ırzını kaybetmiş; sokaklarda dilenmeye mahkum edlmiş 8 milyon insan…
-29-
sevdiğinin otobüsten inmesini beklerken tek gördüğün şey; sevdiğinin hâlâ otobüsten inmediğidir. kalabalıkta yürüyebilmenin tek yolu; etrafındakileri ruhsuz bir et parçası olarak görmendir. kendi hayatının merkezine kendisini koyanlar için zaman zoomlanırken başarıya, kalbini nereye koyacağını şaşıranların bir gece vakti kırıklığıdır üzerimdeki belki de. hemen şu tepenin ardında, saldırmaya hazır ve müsellah bir düşman taburundan misalle eminliğini sınayanların neredeliğinin hüznü var tabi biraz da.
-30-
bir amerikan allahueqberi karizmatikliği vardı konuşurken ses çapaklarında. siyasetin yalandan geçtiğinin ayırdına vardığından beridir her şeyin mübahlığından dem vururken en çok ”elhamdülillah” denildi. resulullah’tı ve elbette o’na anamız-babamız feda olacaktı. ama işte o öldüydü ve istikrarı, ihaleleri, kazanılmış hakları, konjonktürü riske atmaya ne gerek varıdı? güzel insanlar güzel atlara binip gittiydi de şehirlerimizde kalan çirkinlerini de biz kovduyduk. olan oldu, ne toki’lerden azı dişleri gözükmeden gülenler çıktı, ne de metrolardan konuşurken tüm vücuduyla dönenler çıktı. kimdi kır çiçeklerine bile yan gözle bakmayanlar ve o’nlar neredeydi?
-31-
ehad olan yalnızca allah’tır. hiçbir şeyh, hiçbir müctehid, hiçbir lider, hiçbir halife, hiçbir hocaefendi, hiçbir üstad kutsal değildir. islam, yeryüzünde yürürlükte olan bütün dinlerden beridir. islam’a göre tüm insanlar allah’a kul olmak için gelmiştir. hıristiyanlıkta, yahudilikte ve özellikle uzak doğu dinlerinde insanın tanrı olduğu kulağına fısıldanır. oysa insan ziyandadır, bencildir, bozgun çıkartandır, aklını kullanmayandır. allah’ın sözünü kitlelere iletenlere özel bir ayrıcalık yoktur. hıristiyanlıkta din adamları kutsaldır çünkü onlar tanrının sözünü taşıdıkları için tanrının yeryüzündeki şubeleridir. islam’da din adamlığı diye bir şey yoktur. aziz mahmud hudai işkembe satarken, yunus kırk yıl dergaha odun taşımış; hacı bayram çiftçilik yaparken, hz. musa ise bir çobandır.
-32-
doğar doğmaz başlayan kariyer planlamaları… bitmek bilmeyen komşu çocukları… başarıya odaklanırken yitip giden insanlıklar… çok kaliteli okullardan mezun olmuş modern köleler… sermayeyenin çokluğuna, hayrın ve şerrin amerikan geldiğine, kazanın ve kaderin avrupa birliği’nin elinde olduğuna, küreselleşmeyle tüm dünyanın küresel sermayeye boyun eğmesinin tek yol olduğuna iman eden müslümanlar… sermaye yığacağım diye ölmeye bile vakit bulamamış kitleler…
-33-
3 milyonu aşkın imam-hatip mezunu olan türkiye’nin sokaklarında kadınlar saatlerce dövülerek öldürülebiliyor. her geçen gün tecavüze uğrayarak ölen sokak hayvanlarının sayısı katlanarak büyüyor. yine 3 milyonu aşkın kredi kartı kullanıcısı borcunu ödeyemediğinden dolayı kara listeye girmiş durumda. iktidara birkaç gönderme yaptı diye tüm türkiye’nin gündemindeki dizi anında yayında kaldırırken, tüm muhafazakâr kanallarda pornonun en dik âlası çekilmesine muktedir cenahtan en ufak bir ses çıkmıyor. mitinglerde liderlerine tapınma ritüelleri yapan milyonlarca insan, kokuşmuşluğun ve pörsümüşlüğün müsebbibi olarak senelerden beri iktidarda olan muhafazakârları değil, cehape zihniyetini görmekte israr ediyor. imam-hatipler yılbaşı kutlamalarına çıkan ama işçisiyle aynı masaya oturmaktan imtina eden; binlerce dolarlık muhammed tablosunu ofisine asıp, ”şu bin doları bin işçine dağıt” deyince hırsından aklını yitiren muhafazakâr üretme fabrikalarından başka bir şey değil artık. biz, bunlardan beriyiz. elhamdülillah.
-34-
insanların sivrilen, ses çıkartan, görüşlerini ulu orta sergileyen kişilere karşı merakları söylediklerini anlama gayretlerinden veya eleştiriye tâbi tutarak bir takım meseleler üzerine derinlemesine inerek toplumu daha ileriye götürecek sonuçlar elde etme isteklerinden kaynaklanmıyor. yemen’de baş gösteren olaylar akabinde merakımızı bir anda o coğrafyanın uzmanları celbederken, soma’da gerçekleşen vahim bir kazanın sonrasında da maden kazalarına ilişkin merakımızı tatmin edecek muhtelif materyala sahip olma gayretimizi sosyal medyada, ana haber bülten karşısında harcayıp; başka bir mevzu gündemimizi teşkil edene kadar bu konunun uzmanlarını hayatımızın merkezine oturtuyoruz. son tahlilde hepimiz; bir anda 301 maden işçisinin ölümüne günlerce üzülen, 11 kişininse son 3 ayda yavaş yavaş ölmesini sindirmiş ve kanıksamış insanlarız.
-35-
ne zaman biteceğine dair hesaplamaların daha başlarken yapıldığı ilişki türüne ”modern ilişki” deniyor. atlardan inip metrolara binen insanların geçtikleri yerlerle hemhâl olmadan yaptıkları yolculuklardan insanda geriye kalan bir tek yolda yaptıkları zaman kayıpları oluyor. bilgiye saliseler içinde ulaşılabilen platformlarda yolda olmanın önemine dair güzellemelerini paylaşan kitleler için yola çıkılan insanları, düşünceleri, ilişkileri kullanıp atmak her geçen gün daha basitleşiyor. ilişkiyi sadece insan-insan ilişkisine indirgeyenlere ambalajsız bir tüketim tahayyülü de ağır geliyor elbette. insan en çok arkadaşlarıdır, sevdikleridir, yazdıklarıdır, hayalleridir, okuduklarıdır, tükettikleridir; belki en son geriye bir şey kalırsa o da kendisidir.
-36-
ben nuri pakdil olsaydım, yo ben nuri pakdil olmazdım
yüzyılı aşkın süredir ortadoğu işgalini sürdüren siyonizm’in bir devlet olma sürecinden, yerleşimcilerle bugüne kadar işgal ettiği toprakların en geniş hâle geldiği zamana kadar günümüzde israil artık hiç olmadığı kadar kendinden emin. muhafazakâr kadrolar ve kukla liderler israil’in güvenliği için küresel çeteler önünde sıraya giriyor. israil’e tehdit oluşturacak bir tane bile ülke kalmamış; hepsinin darbelerle orduları eritilmiş, mezhep kavgalarıyla halk birbirine kırdırılmış, ülkelerin piyasaları küresel sermayeye peşkeş çekilmiş… bu ahval ve şeriatta eğer ben nuri pakdil olsaydım, yo ben nuri pakdil olmazdım! kudüs şairi diye bilinip, kudüs’e turistik gezi yaptım diye sevinç gözyaşlarına boğulmazdım. israil ile ticaret hacmini on katına çıkartan, türkiye’yi israil’in güvenliği için iyi bir partner olarak görmesi için benjamin netanyahu’ya çağrıda bulunan bir hükümete yaltaklanmazdım.
-37-
toplumu inşa edecek camilerin yerini alışveriş merkezlerinin almasıyla camiler insanların kokuşmuşluğun, pörsümüşlüğün, iğdiş olmuş zihinlerinin birer nişanesi oldu. nerede yolsuzluk şüphesi olan bir kalburüstü biri var, hemen oraya bir cami diktiriliverdi. nerede bir yalakalık var, hemen oraya bir diktiriliverdi. nerede muhafazakâr kadroların evleri var, hemen dört bir yanına camiler diktiriliverdi. kentin içinde bir dönümlük nefes almalık yer olan parklara dikilecek camiler toplumun gözünde artık bir ayrışma meselesi: camiye karşı olanlar ve camiyi savunanlar. tezgah da çok açık: ”işte bunlar bizim yapacağımız camiye karşı çıkıyor, bizimle olup müslüman mı olacaksınız, onlarla olup gevur mu olacaksınız?” cevabımı da vereyim: vıp bölümlü, bol klimalı, müslümanlığa kapalı muhafazakârlığa açık tüm camilerden allah’a sığınırım.
-38-
burası pursaklargümüşköy. eski refah partili yeni ak partili kurmayların sığınakları. evet sığınak; çünkü dört bir yanı kameralar, tel örgüler, özel güvenliklerle çevirili. sığındıkları şey; seneler boyunca vekilliklerini yapıp, tabiki iyilikleri için ateşli nutuklar ve bitmek bilmez cihad türkülerini üzerlerine boca ettikleri sen, ben; halk, garip, guraba… içinde dört beş tane park olmasına rağmen, hemen önüne yüzbinlerce liralık park yapıldı. sitenin içinde futbol ve basketbol sahası olmasına rağmen, yeni yapılan parkta ”diğer” çocuklar da oynuyor diye parkın içindeki sahalara kilit vurulup, anahtarlar siteli bebelerin eline tutuşturuldu. sitenin başkanı hasan hüseyin ceylan. güvenlik görevlisi apartman komşumuz. kendisine asgari ücret bile reva görülmezken; aynı zamanda bahçıvanlık, kapıcılık, postacılık gibi daha birçok görev veriliyor. kapıcılıkta statü kıstası hizmet edilen kişinin bol sıfırlı maaşıyla doğru orantılı olduğundan hâlinden memnun. zira diyanet işleri başkanı mehmet görmez’den tut, daha birçok eski milletvekili onunla muhatap oluyor ve abimiz onlardan emir alma şerefine nail olabiliyor. gümüşköy’ün aşağısı mezarlık olması ve mezarlığın yanında cami olmaması hasebiyle mezarlığın yakınına cami yapılması için çalışmalar başlamıştı ki, pursaklar belediye başkanı’na yaptıkları baskılarla yine buraya yakın bir yerde bir cami daha açıldı. başka bir yerde, protokol yolunun görünür bir tarafında da hiç cemaati olmamasına rağmen ”sümeyye” adında bir cami yapıldı; esenboğa havaalanı’ndan geçen bürokratların gözüne çarpsın diye.
ben bunları niye yazıyorum? çünkü yazmaktan başka elimden bir şey gelmiyor. başkanı olmama rağmen agd pursaklar adına hâlâ bu adamlardan yardım istiyoruz. başka bir çıkış yolumuz yok. çemberin içine sıkışmış fare gibiyiz. hemen şu tepenin ardında, saldırmaya hazır ve müsellah bir düşman taburundan misalle eminliğini sınayanların neredeliğinin hüznü var. elinden, dilinden, zihninden, yüreğinden ”emin” olacağımız insanlar nerelerde? yakışıklı cümlelerini sosyal medyaya zerk edenler, neden meydanlara şartlar olgunlaştığında yaşına ağız bükecekleri iteler? -39-
kâbe’ye artık ölmek için gitmiyoruz. hac farizasınının en meşakketli dönemi havaalanlarında hacıların inerlerkenki çanta arama süreci. çantanı bulduysan gerisi kolay; kâbe manzaralı otellerde kalabiliyor, gündelik hayatın stresinden kurtulmak için bir aylık farklı bir atmosferde kalabiliyor, çok farklı milletin insanlarıyla aynı anda aynı yerde bulunmak gibi kaçmaz bir hayat tecrübesi elde edebiliyorsun. umre ziyaretinde de çok farklı seçenekler mevcut: ödenmesi gereken faturaların, çocuğa alınacak evin kredilerinin, bekleyen mesailerin bir takım analizini yapıldıktantan sonra; ilk iş telefonun hattını yabancı hatlara açmak şartı ile gönül rahatlığıyla umre ziyaretlerini gerçekleştirebiliyorsun. üsküdar’a maketten kâbe yapılmış, şimdi mi aklımıza geldi tepki vermek?
-40-
biz seni nasıl bulacağız ya rabbi?
gecenin karanlığında artık yıldızlar asılmıyor gökyüzümüze. apartmanları geçse nazarımız, kentin ışıklarından zifiri karanlık var gökte. güneşe bakıp tefekkür edecek vaktimiz yok bizim. zaman akarken yetişmemiz gereken randevular var. bir mağaramız bile yok. kaçacağımız, kurtulacağımız, kente uzaktan bakacağımız bir odamız yok. 100 metrekarelik bir alanda yerden 30 metre yukarıda yaşama dair fonksiyonlarımızı yürütürken, hemen 5 metre yukarımızda yatan birinin canını azrail meleğin alırken bile garipsemiyoruz durumu. ”bugün sermaye için ne yaptın?” sorusuna alnımız ak cevap verebilmenin telaşındayız her gün. sabahları erken kalkıyoruz çünkü yapacak çok işimiz var, geceleri erken uyuyoruz çünkü düşünecek hiçbir şeyimiz yok. biz seni nasıl bulacağız ki ya rabbi?
-41-
amerika’yı kim keşfetti? nasıl keşfetti? keşfedilmeden önce orada kimse yaşamıyor muydu? insan olarak varlığımızın tescili, batılıların topraklarımızı işgaliyle mi olmalı? tarih sahnesinde vâr olduğumuz ufacık yer, sadece batı ile münasebetlerimizden mi müteşekkil? gevurun kendi değerler sistemiyle dünyaya dair getirdiği bir takım yorumlarını sorgulanamaz, vazgeçilemez, tartışılması bile söz konusu olamaz şeylermiş gibi yetişen neslimizin üzerinezerk eden eğ-itim sistemine boyun mu eğmek zorundayız? islam’a göre nasıl taharetlenmesi gerektiğini bilmeyen adam smith veya islam’a göre nasıl pazar olur diye bir endişesi olmayan karl marks’tan herhangi bir tanesinin düşüncelerine göre mi pazarımızı tanzim edeceğiz? batı tarihi’ne engaje olmuş iğdiş beyinlerin aydın(!)lattığı toplumlarda bu sorulara verdiğimiz cevaplara elbette ”elhamdülillah biz de müslümanız ama bunlar soğuk savaş döneminin söylemleri, bırakın bunları” deyip, dudak bükenler de olacaktır. olsun, senelerin eğ-it-imi, olacak o kadar.
-42-
zamanı ve mekânı anlamlı kılan insanlar var. hayvanlar ve bitkiler de zamana ve mekâna iştirak edip, onlarla beraber faaliyetlerine devamedegelselerde, zamanı ve mekanı kendinden beri bir nesne olarak algılayan yalnızca insandır. peki ”zamanı ve mekânı anlamlı kılan insandır” yerine ”böyle insanlar var” demekteki murat nedir? şöyle ki: tan yerinin ağarmasıyla başlayan günü 24’e bölüp, o 24’ü 60’a, o 60’ı da yine 60 bölerek zamanı materyalist bir forma sokan; sabah 9 akşam 5 mesai saatlerinde malulen insanlığından feragat eden; allah’ın uçsuz bucaksız ovalarını parsel parsel bölüp, mayınlarla sınırları vâr eden insanların elbette zamanı ve mekanı anlamlı kılabilmelerini beklemiyoruz. nasıl ”doğru” cümlelerin bu denli bol olduğu zamanda, ”değerli” hiçbir sözün kalmaması gibi; zamanın ve mekânın anlamı da hiçbir söz söylemeseler bile birkaç iyi adamın güleryüzünde sirayet edebiliyor.
-43-
derneğimize başkanlar geldi, en yüksek bürokratlar.. sonra öğretmenler, memurlar, vakıf çalışanları.. kalburun da üstü, çok kaymak abilerimiz geldi sonra.. sordular: ”bi’ eksiğiniz var mı?” var dedik!: ”bi’ süpürge” gelmiş süpürgelerimiz! hem de dört tane. takıyorum fişe birinin suyu akıyor, diğerinin torbası delik. bir diğeri tamamdır diyorum: yok elektrik almıyor. diğeri zaten hiç çalışmıyor.. bugün bi’ süpürge gelmiş! gıcır mı? gıpgıcır.. ”kim getirdi bunu?” diyorum anneme. derneği temizleyen teyze getirmiş.. kanaatimce dünyadaki tüm güzellikler birkaç iyi insanın varlığından kaynaklanıyor. güneş belki sırf onlar için doğuyor. tüm çiçekler belki sırf onlar için açıyor.. belki tüm şiirler onlar için yazılıyor.. -haberleri olmasa bile-
-44-
alçak gönüllülerin alçaklığı
ortamlarda en üst perdeden ”estağfirullah hocam olur mu?” nidâları duymanın yolu, kendine uzunca bir alçakgönüllük serenomisi çekmekten geçiyor. mütevazilik abidesi hocaefendiler kitaplarının ilk sayfalarını kendilerine hunharca övgüler düzen pek şatafatlı sıfatları olan akademik abilere döşettikten sonra hemen bir sonraki sayfada kendisinin ne kadar cahil olduğundan, yazdıklarının ne kadar ehemmiyetsiz olduğundan dem vuruyor. bizim için geriye kalan bir tek: ”vay be, ne tevâzu!” demek oluyor. alçakların doğru sözlerinin, yükseklerin yanlış sözlerinden daha fazla hasar verdiği dünyada; yüksek gönüllülerin kalbine intikâlden başka yol gözükmüyor.
-45-
sizin dünyanızda bolivya’nın su sorunu yok,
çocuk işçiler yok,
gelir adaletsizliği yok,
yirmi beş yaşına gelmiş hâlâ meslek erbabı olamamış gençlerin sorunları yok,
kredi bataklığına batmış milyonlarca emeğin alın teri yok,
sokaklarda dilenen suriyeliler yok,
mega kentlere biriken milyonlara iş çözümü yok,
boşalan köylere çözüm yok,
kadına şiddet gibi bir derdiniz yok,
sokaklarda tecavüze uğrayan köpeklere dair sözünüz yok.
sizin dünyanızda klimalı camiler var,
bakanların altına çekilmiş makam arabaları var,
biz bilirizler var, biz yaparızlar var,
paralel devlet var,
gökdelen var, beton var, avm var,
abdestiyle işçileri ölüme gönderen patronlar var.
biz farklı dünyaların insanlarıyız abicim, kusura bakma.
-46-
açılın ben imamım!
allah rızasının dilencilerin tekeline bırakıldığı bir toplumda, imamların da görev sahasını caminın hudutları ile sınırlamasında şaşırılacak bir yan yok aslında. devlet onaylı vaazların tatlı su vaizlerinin eline tutuşturulup, kağıdın altına ”kağıdı okurken gerekli vurgulamalara hassasiyetin gösterilmesi” şerhi düşülmesinde de hiçbir acayiplik yok haliyle. ”bir kertenkeleyi kaç tekmede öldürürsek ne kadar sevap alırız” hesaplarını döndüren abilerimizin, ”bir asgari ücretli işçiyi 36. kattan üzerine asansör düşerek ölmesine vesile olsak, ailesine mahkemeye gitmesin diye ne kadar tazminat öderiz” hesaplarını yapmaya başlamasında da şaşıracak bir durum yok gibi. ne diyordu murat ülker: ”namaz kılmazsam sinir olurum. kılsam daha iyi. toplantının selameti için.”
-47-
”tüm inananlar kardeştir” diyor adam, sonra da ekliyor:
-araplar zevk ve sefahatine düşkün haindir.
– iranlar şii politikasıyla amerika’yla işbirliği yapan ümmetin çıbanıdır.
-filistinliler israillilere toprak sattığı için başına geleni çekecektir.
– afrikalıların eğitimi şarttır.
– afganlar da az vahşi değildir.
.
.
.
ha bu arada en iyi müslümanlık türkiye’de yaşanır.
-48-
ölmeye gör, tüm sevdiklerin seni gömmek için yarışa tutuşur
insanlar senelerce rejim yapıp, bir araba kazasında ölüp gidiyor. boynunda tasmayla gezerken belediyenin yaptırdığı parklarda ağaç altlarına idrarını bırakıp, orayı kendinden belleyen köpeklere dudak büken insanlar; etrafa bıraktıkları beton artıklarıyla kendini dünyanın hakimi zannediyor. binlerce insana kendini beğendirmek için yaşam sermayesini harcayanlar, cenaze gününde yağan aşırı yağmurla tüm hayatında biriktirdiği kalabalığın yarısını kaybediveriyor. insanlar mütemadiyen ölüyor, ölenin tüm sevdikleri onu daha hızlı gömmek için yarışa tutuşuyor. oysa aşk, başka ne olsundu hayatın anlamı?
-49-
taklidi imandır o, tahkiki iman olsa yerinde duramazdın
milyonlarca galaksiyi yaratmış, içine de noktanın tozu kadar bile olamayacak insanları koyduğunu; o bir toz parçasının içine de yine milyon galaksileri nakşeden bir yaratıcı olduğunu ve bütün bu sistemin sadece ve sadece biz insanlar olarak o yaratıcıya boyun eğelim diye yaratıldığına mı iman ediyoruz? şah damarımızdan daha yakın, aklımızın en uç noktasından daha da öte, eğer söylediklerini hayatımıza uygularsak dilediğimizin olacağı bir cenneti vaat eden, yok eğer küfre düşersek sonsuza dek kor alevler içinde bizi yakacağını bildiren bir yaratıcıya mı iman ediyoruz? tahkiki iman tüm bunların akledilip, kalbe inşâ edilmesi ise; insanlardaki olsa olsa taklidi imandır, tahkiki iman olsa yerimizde duramazdık.
-50-
musa gelse,
elbisesindeki koyun kokusundan rahatsız mı olacağız?
ebrehe gelse,
reel politik deyip, kâbeyi yıkmasına izin mi vereceğiz?
muhacirler gelse, kiraları iki katına çıkarıp,
küçücük kızlarına salyalarımızı akıtacağız?
küçükken peygamber’in hayatı, kur’an’da geçen kıssalar bana çok masalsı gelirdi.
her yer firavunlar, ebu zerler, ebu bekirler, cadeler ve musalarla dolu.
-51-
evlerimiz kokulu… abdest sularımız lağım kokulu… camilerimiz suriyelilere kapalı… vaazlarımız devlet onaylı… vaizlerimiz tatlı sulu… müsteşar koltuklarımız seccadeli… namazlarımız gösterişli…
neyse, allah kabul etsin.
-52-
birbirimizin ”eminliğine” intikâl edemeyeceksek, bizden hiçbir şey olmayacak demektir
”neden muhafazakâr olmamamız gerektiğine” dair çözümlemelerimizi çok ateşli sunumlarla karşımızdakine aktarırken, söz dönüp dolaşıp yürürlükte olan sistemin azameti, bizlerin ise ne denli acziyet içinde olduğuna varıyor ve belki bu varış idrakimize yetişmese tüm hayatımızı samimi bir inanç ile harcayacaktık ama bu korun yüreğimize düşmesi ile artık geceleri karnımız ağrıyacak endişesi taşıyor oluşumuz bizleri yanıbaşımızdakilerin elimizden, dilimizden, yüreğimizden ”emin” oluşuna sürüklemiyorsa, sürüklediği yer hiç de hayırlı olmayabilir.
-53-
antikapitalist, antirmperyalist, antifaşist olduğumuz için islam’a sarılmadık. islam’ sarılışımız bizi kapitalizmin, emperyalizmin, faşizmin karşısına geçirdi. modern zamanlarda kutsanan kavramları islam’ın içine sokuşturanlardan da, ”tu kakalanan” kavramları islam’ın karşıtı imilermiş gibi gösterenlerden de değiliz. tüm güzellliklerin islam’dan, tüm çirkinliklerin küfrden neşet ettiği mutâbıklığına müslümanlık diyoruz. kapitalizmin iktisadî baskısına, komünizmin siyasi baskısına bir çözüm önerisi olan islam’a inaniyor olsa idik; isviçre özlemi duyardık, asr-ı saadet değil.
-54-
kentler bizden planlı bir şekilde geçmişimizi söküyor. her gün selam verip üzerinden atladığımız yüksek on yıl içinde düzleştirilmiş oluveriyor. beraber büyüdüğümüz kapımızın önündeki iğde ağacı yıllar içinde sökülüp atılıyor. köşesinde dayak yediğimiz sokaklara dökülen asfaltla geçmişimizde yok ediliyor. geçmişin verdiği emniyet, modern zamanlarda yerini gündelik kaygıya bırakıyor.
biz çıkmaz sokak istiyoruz. biz namusumuzun çelik kapımızın başladığı yerden değil, mahallemizin son kaldırım taşından bilmek istiyoruz. bizler mahallemizi kapitalizme meze etmek istemiyoruz. bizler mahallemizi geri istiyoruz.
-55-
teknolojiyle birlikte gündelik kaygılardan politik manevralara kadar her olayda şeffaflığın artması sanılanın aksine insanları dürüstlüğe itelemedi; yapılan adilik, namussuzluk, haysiyetsizlik ne varsa hepsini toplum nezdinde kabul edilebilir hâle getirdi. sosyal medyada sûretini ”yabancılar” ile paylaşmaktan imtina edenler bile, en saklanması gereken mevzularda anlık hissiyatlarını elinin hemen altındaki hesaplardan yüzlerce takipçisine saniyeler içinde iletme şansı bulması her eylemi ve söylemi görünür kıldı. artık midemizin almayacağı şeyleri, aklımız alıyor.
-56-
kendi değerini kaybeden, onu yeniden yakalayabilmek için kendinden prim veriyor. hiç olmayacak dizeleri ver ediyor mecralara. üzerinde azbiraz kafa yormadığı davaların kilit adamı oluveriyor, davanın derdi birden kendinde onulmaz bir derde dönüşüveriyor. dava adına giriştiği her cümlede kendi adına bir pay bırakıyor. tasavvufla hemhâl olup, ”hiçlik” üzerine yaptığı güzellemeler kaybettiği özkıymetin yeniden ispatı için birer araca evriliyor. her giriştiği afili bir cümle -konu tevazu olsa dahi- can çekişen kibrinin tatmini için son bir hezeyanı oluyor. eşiyle, çocuklarıyla, komşularıyla, yanıbaşındakilerle geliştiremediği ilişkileri iki boyutlu bir platform üzerinden ”öteki”lerle kurmaya yelteniyor. ”öteki” diyorum, çünkü karşıdakinin herhangi bir hüviyete sahip olmasının bir ehemmiyeti yok; yalnızca ”öteki” olarak karşıda olsun ve paylaşılanlar üzerinde bir değer atfedebilme tasarrufuna sahip olsun yetiyor.
-57-
insanlar belediyenin yaptığı parka idrarını bırakarak kendini parkın sahibi sanan köpeklere dudak bükerken; ömrü 50-60 sene süren beton yığınlarını üst üste dikince kendini dünyanın sahibi zannediyor. petrol için akıtmadık kan bırakmayan tüm dünya ülkeleri; daha fazla yol yapıp, daha fazla araba üretiyor. köyünde emeğini ücretlendirmemiş herkes yerel hükümetlerin baskısıyla kente getirilip; emeğini orta ölçekli bir araba, o arabanın benzini ve kibrit kutusu büyüklüğünde bir daire için harcıyor. domatesini, sütünü, eriğini marketten temin eden insana yaşam merkezi diye dört bir yanı kapalı, her tarafı da reklam panolarıyla kaplı avm’ler kakalanıyor. çırpını çırpını giden atlardan inip, daha hızlı arabalara binen modern insan; okuluna, adliyeye, işyerine gidebilmek için her gün saatler harcıyor. inek sağmaya burun kıvıran modern insan; insan konservesi apartmanlarda yaşayıp, hâcetini giderdiği yerin on metre ilerisinde yemek yiyor. yattığı yerin 5 metre üzerindeki zeminde başka insanların yaşamasında bir anormallik görmüyor. otobüslere, metrolara balık istifi gibi binmekte de hiçbir beis görmüyor. bu topraklardan kapitalizmi atışımız, yürürlükte olan sistemin içinde kendimize daha iyi bir yer için çaba sarfederek değil; gandi’nin hindistan’da yaptığı gibi emperyalistlerin pazarımıza sürdüğü malların terkedilme iradesini gösterilmesiyle sağlanacak.
-58-
eğer yaşamaktan kastettiğimiz bize kastedenlere bir fiyakalı duruş sergilemek değilse, bizim dinsizin hakkından imansızın geleceğini iddia etmemizde de bir gariplik yok denilebilecektir. yaşamaklığımız iki kutuplu dünyanın bayrağı kızıl olan kısmısının tarih sahnesinden silinmesiyle geride kalanının tüm dünyaya salık verdiği yeni düzende baş-ımıza sarılan en büyük belanın baş-ımızdakileri kaybetmek olduğunu idrake erişemiyor ise de daha birçok arizî hasleti bünyemizde taşıyoruzdur. baş-ımızı bilebiliyor olabilseydik, bir başlangıç da vuku bulacak diyebilecektik. zaten dünyada iki tane süper güç olduğunu kabul edecek kadar bir baş-sızlık yaşıyor isek, sscb’nin ilgası ile de tek süper güç kaldığını da kabul etmekten geri kalacak değilizdir demektir ki bu tam olarak bizim baş-sızlığımıza tekabül eder. bizim bu baş-sızlığımızın alameti dinsizin hakkından gelebilmenin ehliyetini imansıza terkedişimizdi. terkettik de ne oldu? baş-ımıza bir sürü çorap örüldü. çorapla da yetinilmedi; bombalar, kurşunlar, tecavüzler, mülteciler ve küresel sömürü hak getire. bir baş-langıç için baş gerekli. baş-ımız, hemen şimdi köprüden geçerken ayıya tenezzül etmemek oluşumuz olsun.
-59-
coca-cola’nın başına geçince ne olacak? tüm yönetim türk, müslüman, sünni, eşi başörtülü, beş vakit namaz, dört parmak sakal, şalvar, cübbe olsa ne değişecek? coca-cola var. var, demek yürürlükte. yürürlükte olduğundan rahatsız mıyız, yoksa yürürlüğünün karar mercî ”biz” olmamaktan mı şikayetimiz? biz-liğimiz coca-cola’nın varlığına armağansa adımızın muhammed olması nebevi tavrın tam olarak ne yanına tekabül eder?
ben söyleyim: ayranın muvaffakiyetinin coca-cola’ya yer bırakmayacağını idrak edenler, ağzı ayran kokan ama kalbi asitlenmiş abilerimizi en afili koltuklara oturtmaktan imtina etmiyor.
-60-
her şeyin fâni, tek bâki olanın devlet memurluğu olduğuna iman edilen modern zamanlarda kendimi sineme çektim. biliyordum, ölecektik. ismimizi de hatırlayan son kişi de öldüğünde hiç doğmamış olacaktık. yaşarken ölmeye vakit bulamayanlar, öldüklerinde ihtiraslarını, heyecanlarını, kinlerini ve nefretlerini de yanlarına alıp gidecekti. onlardan geriye bu kubbede baki kalan hisse senetleri ve tapularından başka bir şey olmayacaktı. vardım, o halde şahit olacaktım. şahitliğim zamana, mekana, tarihe ve coğrafyaya sıkışmışlığımla kaimdi. kanada’da bir fransız koleji’nde okuyan küt saçlı bir kız da olabilirdim ama değildim. demek burada hayata şahit oluşumun şahitlikler içinde bir yeri vardı. sahi, var mıydı? var demekle milyon yıllık dünyanın ve bu dünyanın müntesibi olduğu tüm bu evrenin yalnız benim için vâr oluğunu iddia etmeğe yüreğim yetecek miydi? ya yok desem, sonsuz hiçliğe hangi kelimelerle aldırış etmemezlik edebilecektim?