saat 6’da babam pide yaptıracakmış, emrahlar da gelecekmişDenemeler

özgür abi koşuyordu ve ben o’nu kovalıyordum. nefesim daralıyor, ayaklarım dolaşıyor ama vazgeçmiyordum. mahallenin en güçlü adamını kovalamanın mutluluğu içimi kaplıyordu. ileride bir köşe vardı. o köşe aşağı mahallenin bebelerine aitti ve annem oraya gitmemi istemiyordu. bir köşe vardı ve dönüldü. öyle ya, özgür abi koşuyordu ve ben o’nu kovalıyordum. izbe bir sokağa daldı. sokakta kimse yoktu. neden sonra durdu. durdu. hiçbir şey yok gibi durdu. ben nefes nefeseydim, o değildi. benim yüzüm koşmaktan al al olmuştu, o sanki pazar kahvaltısını henüz bitirmiş de sofradan kalkıyor gibi sakin ve rahattı. sordu: “beni yakalarsan bana ne yapabileceğini düşünüyorsun?” “abi, misketlerimi geri ver!” diye ünledim. “beni yakalarsan bana ne yapabileceğini düşünüyorsun ulan piç?” dedi bir daha. “hiçbir şey mal, hiçbir şey!” diye bağırarak yüz bin ton ağırlığında bir tokat savurdu yüzüme. yere kapaklandım. ne gözlerimi açabiliyordum ne ayağa kalkabiliyordum. ağladım. çok ağladım. ağladıkça açıldı gözüm. gözüm açıldıkça özgür abi’nin silueti netleşiyordu. bir de sesi. aşağı mahallenin yirmiye yakın bebesi etrafımızı çevirmiş, üstelik iki tanesi de arkadan özgür abi’nin elini tutmuştu. kabul edilemezdi. ayağı kalkmak gerekirdi ve kalkıldı. benim ayaklandığımı görünce üç kişi karşıma geçti. özgür abi, “o’na ellemeyin” dedi. karşımdakiler güldü ve bir tanesi boğazımı sıkmaya başladı. özgür abi sanki duştan yeni çıkmış, […]
22 Şub 2020 • Kişisel Blog

özgür abi koşuyordu ve ben o’nu kovalıyordum. nefesim daralıyor, ayaklarım dolaşıyor ama vazgeçmiyordum. mahallenin en güçlü adamını kovalamanın mutluluğu içimi kaplıyordu. ileride bir köşe vardı. o köşe aşağı mahallenin bebelerine aitti ve annem oraya gitmemi istemiyordu. bir köşe vardı ve dönüldü. öyle ya, özgür abi koşuyordu ve ben o’nu kovalıyordum. izbe bir sokağa daldı. sokakta kimse yoktu. neden sonra durdu. durdu. hiçbir şey yok gibi durdu. ben nefes nefeseydim, o değildi. benim yüzüm koşmaktan al al olmuştu, o sanki pazar kahvaltısını henüz bitirmiş de sofradan kalkıyor gibi sakin ve rahattı. sordu: “beni yakalarsan bana ne yapabileceğini düşünüyorsun?” “abi, misketlerimi geri ver!” diye ünledim. “beni yakalarsan bana ne yapabileceğini düşünüyorsun ulan piç?” dedi bir daha. “hiçbir şey mal, hiçbir şey!” diye bağırarak yüz bin ton ağırlığında bir tokat savurdu yüzüme. yere kapaklandım. ne gözlerimi açabiliyordum ne ayağa kalkabiliyordum. ağladım. çok ağladım. ağladıkça açıldı gözüm. gözüm açıldıkça özgür abi’nin silueti netleşiyordu. bir de sesi. aşağı mahallenin yirmiye yakın bebesi etrafımızı çevirmiş, üstelik iki tanesi de arkadan özgür abi’nin elini tutmuştu. kabul edilemezdi. ayağı kalkmak gerekirdi ve kalkıldı. benim ayaklandığımı görünce üç kişi karşıma geçti. özgür abi, “o’na ellemeyin” dedi. karşımdakiler güldü ve bir tanesi boğazımı sıkmaya başladı. özgür abi sanki duştan yeni çıkmış, güzelce kurulanmış ve yeni yıkanmış pijamaları giymenin ferahlığıyla yatağa henüz kendini bırakmış gibi sakindi. dedi: “o’na ellemeyin.” karşımdakiler gevrek gevrek güldü ve ekledi: “ellersek n’olacak?” neden sonra bir anda özgür abi açıktaki elini cebine attı ve bir kelebek çıkardı. artık ortada bir bıçak vardı. herkesin bir adım geri adım atması gerekirdi ve herkes bir adım geri attı. bıçağı sallayarak yanıma geldi. karşımdakiler artık gülmüyordu. sol elini kaldırdı ve elindeki bıçakla işaret parmağına bir yarık açtı. “ellerseniz bu olacak” dedi. baş parmağına baktı sonra uzun uzun. ona da bir yarık açtı ve ekledi: “ellerseniz bu olacak” dedi. iki parmağından da kanlar akıyordu. orta parmağına baktı sonra. ona da bir yarık açtı ve ekledi: “ellerseniz bu olacak.” her yarıkta çember genişliyor, bizden uzaklaşıyorlardı. serçe parmağına baktı. tam kesecekti elini tuttum. kelebeği aldım. uzun uzun işaret parmağıma baktım. bıçağın jilet gibi ucunu parmağıma getirdim. sakindim ve elimi kestim. hiç ağlamadım. o gün yirmi iki şubat, doğum günüm ve ben artık on dört yaşındaydım. bugün yirmi iki şubat, doğum günüm ve artık yirmi yedi yaşındayım. hâlâ o günü düşünüyorum. hâlâ o gün özgür abi’nin bana öğrettiklerini geçiriyorum zihnimden. ilk olarak diyorum mesela, haddimi bilmeliyim. sınırlarımı keşfetmeliyim. kim olduğumu, tam olarak ne kadar ettiğimi, neyi göze alıp neyi göze alamayacağımı keskin şekilde ayırt etmeliyim. tanışmalıyım kendimle yani işte her zerremle. ikinci olarak diyorum sonra, mutlu da olacaksam, mutsuz da… yani hangi duyguyu hissedeceksem yüreğimde bunun sınırlarını ben belirlemeliyim. hiçbir koşulun, hiçbir durumun veya hiçbir kişinin beni bir hayal dünyasında yaşatmasına izin vermemeliyim. çünkü o gün on dört yaşındaydım ve o günden beridir biliyorum, özgür abiyi kovalamanın mutluluğu benim sınırlarımın ötesindeydi ve ben o sınırı geçmenin hesabını çok az sonra ödeyecektim. üçüncü olarak da, yani kendi içimde sıkılıp konuyu değiştirmezsem de ekliyorum: hayatta kırmızı çizgilerim olmalı ve bedeli ne olursa olsun, yani bu bedeli ödemeyi göze almak da haddime dahil olmalı, o kırmızı çizgiler için her şeyi yapmalıyım. dostlarım olmalı işte. annem, babam olmalı. ablamlar, emrah ve murat sonra. yeğenlerim olmalı. bana kalbini açan kadın olmalı. o kırmızı çizgilere asla zeval gelmemeli işte. gerekirse tüm parmaklarıma tek tek yarık açmalı ama asla biraz sonra işte, pide de varsa ve saat 6’ysa, annem de ayran yapacaksa ve benim doğum günüm kutlanacaksa işte… buna zarar verecek hiçbir şeye asla izin vermemeli.

ömer burak tek, ankara, yirmiikişubatikibinyirmi.