üç ayaz hikayesiDenemeler

Üç Ayaz Hikayesi /Ankara, 31.05.2017 Bundan iki yıl önce miydi neydi, sınıfın uğultusundan, kaloriferin yoğun sıcağından, dersin ağırlığından bunalmış; ayaz falan dinlemeyip arkadaşlarıyla attıydı İsmail kendini fakültenin önüne. Onlar orada kaykılırken yolun az ötesinde taksiden bir tane çıtı pıtı bir abla indi. Bir o yana bir bu yana koşturup duruyor, millete bir şeyler anlatmaya çalışıyor, sonra bir anda dönüp mahcup ve telaşla taksiciye bir şeyler söylüyordu. Sonra gözüne onları kestirdi, koşturup geldi yanlarına. Başladı İngilizce bir şeyler anlatmaya. İsmail kızın ne dediğini anlıyordu da cevap verse yanındaki iki hırtonun kesin ya telaffuzunda ya gramerinde bir şey bulup biraz sonra kendisini ortamların alay konusu yapacağını düşündüğü için usul usul bekliyordu köşede, ağzını dahi açmıyordu. Kız edebiyat fakültesini soruyor, yanındakiler gönülsüzce cevaplıyordu. Meğerse kız saatlerdir kimseye derdini anlatamamış, oradan oraya sürüklenip duruyormuş. Arkadaşlarının da yardımcı olmaya gönlü olmadığını görünce İsmail ünledi: “Şşş… Be cool, come with me!” İkisi atladı taksiye bindi. İsmail baktı taksici şekil şukul yapıyor, kaydı azarı. Havaalanından Beytepe Kampüsü’ne müşteri bulmuş, iki rekat dolandı diye zehir kusuyor deli gobel. Neyse, o hengamede Edebiyat Bölümü’ne vardılar. Taksici aşağı indi, bagajı bir açtı. Heyhat, bu ezanlar ki şehadetler dinin temeli! Kızın yaklaşık yetmiş dörder kiloluk dört bagajı var. Serde de delikanlılık var […]
31 Mayıs 2017 • Kişisel Blog

Üç Ayaz Hikayesi /Ankara, 31.05.2017

Bundan iki yıl önce miydi neydi, sınıfın uğultusundan, kaloriferin yoğun sıcağından, dersin ağırlığından bunalmış; ayaz falan dinlemeyip arkadaşlarıyla attıydı İsmail kendini fakültenin önüne.

Onlar orada kaykılırken yolun az ötesinde taksiden bir tane çıtı pıtı bir abla indi. Bir o yana bir bu yana koşturup duruyor, millete bir şeyler anlatmaya çalışıyor, sonra bir anda dönüp mahcup ve telaşla taksiciye bir şeyler söylüyordu. Sonra gözüne onları kestirdi, koşturup geldi yanlarına.

Başladı İngilizce bir şeyler anlatmaya. İsmail kızın ne dediğini anlıyordu da cevap verse yanındaki iki hırtonun kesin ya telaffuzunda ya gramerinde bir şey bulup biraz sonra kendisini ortamların alay konusu yapacağını düşündüğü için usul usul bekliyordu köşede, ağzını dahi açmıyordu. Kız edebiyat fakültesini soruyor, yanındakiler gönülsüzce cevaplıyordu. Meğerse kız saatlerdir kimseye derdini anlatamamış, oradan oraya sürüklenip duruyormuş. Arkadaşlarının da yardımcı olmaya gönlü olmadığını görünce İsmail ünledi: “Şşş… Be cool, come with me!”

İkisi atladı taksiye bindi. İsmail baktı taksici şekil şukul yapıyor, kaydı azarı. Havaalanından Beytepe Kampüsü’ne müşteri bulmuş, iki rekat dolandı diye zehir kusuyor deli gobel. Neyse, o hengamede Edebiyat Bölümü’ne vardılar. Taksici aşağı indi, bagajı bir açtı. Heyhat, bu ezanlar ki şehadetler dinin temeli! Kızın yaklaşık yetmiş dörder kiloluk dört bagajı var. Serde de delikanlılık var tabi. Uzaklara bakarak ve en havalı ses tonuyla, “Şeeyapma, ben bekliyorum seni, işini hallet gel sen,” dedi. Aman yarabbi! Beklemesine bekliyor ama ayaz bir esiyor, bir esiyor… Gitse gönül razı değil, gitmese bir faydası yok.

Yaklaşık on beş dakika bekledikten sonra, kız koştura koştura geldi İsmail’in yanına. Yorgunluktan neredeyse bayılacak. Yüzü neyim bembeyaz olmuş. İsmail’e çokça teşekkür edip bundan sonrasını kendisinin halledebileceğini söyledi. “Abıla neyi hallediyon, bu bavullar ne yannı gidecek?” dedi İsmail. Bulundukları yerden bir kilometre ötede yurtlar var, o yannı gidecekmiş. İsmail bir bavullara baktı, bir kızcağızın yüzüne, bir soğuktan donmuş ellerine… “De haydi gidek,” dedi İsmail.

Tıngır mıngır, titreye titreye yurtlara giderken iki şey konuşabildi ikisi. Biri kızın nereli olduğu ki Cezayirliymiş, diğeri de yemin ederim ayaz! O soğukta, o yorgunlukta, o hengamede, o ahvali şeriatte, o çapa pata İngilizceleriyle uzun uzun konuşmuşlardı ayazı.

İşte, ondan beridir, ayaz deyince ilk o durumda elin Cezayirli kızıyla ayaz üzerine muhabbetleri gelir aklına İsmail’in.

***

Keçiören’de meşhur bir dönerci var. İsmail her yolu oraya düştüğünde bir fırsatını bulur, orada döner yer. Yine günlerden bir gün, şartlar olgunlaşmış, ayazı ciğerine çeke çeke oraya doğru gidiyordu. Öyle bir esiyordu ki ayaz, canlı kanlı bir varlıkmış da bir cürmüne karşı kendisiyle hesaplaşıyormuş gibi hissediyordu. Soğuktan ağzını açamıyordu. Açsa, sanki ayaz “Şşş, indir o eli, el gol hareketi yapma!” diyecekti.

Neyse, soğuk moğuk amma, birazdan yiyeceği enfes döneri düşünüp kendini teselli ediyordu. O kadar soğuktu ki, yürürken eldiveniyle montu arasında kalan bir kısım var, rüzgâr her estiğinde sanki biri oraya iğne vuruyormuş gibi oluyordu. Tam dükkânın önüne gelmişti ki dükkânın önündeki çocuk dikkatini çekti. Çocuk gözlerini kapamış, ellerini açmış, dileniyordu. Çocuğun üstünde yırtıkça bir mont, altında tayt gibi ipincecik bir pantul. Dokunuyordu çocuğa, “Allah rızası için para” diyordu. “Sen üşümüyor musun?” diyordu, çocuk “Üşüyorum,” minvalinde kafasını sallıyordu.

İçerip girip aslanlar gibi söylediler dönerlerini. İsmail hem açlıktan bitap düşmüş hem de soğuk tüm enerjisini emmişti. Gömüldüler bir köşeye, dönerlerini bekliyorlardı. Dönerler geliyor, sosu falan yine efso olmuş, İsmail anında yumulmuştu. Göz ucuyla da çocuğu kesiyordu. Çocuk niyeyse çekinerek yiyordu. “Çekinmene gerek yok, yesene,” dedi İsmail. İçi de nasıl kemiriliyor ama soramadı niye yemediğini, darlamayım çocuğu diye.

İsmail dönerin yarısını anında indirdi mideye. Çocukla göz göze geldi. Dayanamayıp sordu, “Kardeş niye yemiyorsun?” Bozuk Türkçesiyle, utana sıkıla cevap verdi çocuk, “abi,” dedi, “abim de şimdi trafik lambalarının orada, onun da karnı açtır, ondan yiyemiyorum.”

Tam da ekmeği ısırmış, ağzı dolu. Sanki ekmek ağzımda büyüyor, büyüyor… Boğazı düğümleniyor, ekmeği ısıramıyor. Elinde olsa koşa koşa çıkıp gidecek dükkândan. İsmail bir şey demeyince çocuk ekliyor, “abi bunu ikiye böldürsek de ben gitsem olur mu?” Kafa, el, kol bilumum vücut hareketiyle tamam demeye yelteniyor İsmail. Olmuyor sanırım ama olduğu kadar artık. Sonra döneri paket yaptırıp veriyor arkadaşa. Çocuk teşekkür edip gidiyor.

Ellerini yıkayıp çıkıyor ardından. (İsmail’in diğer yarım masada kaldı, hâlâ içimde yaradır). Bizim velet gözden kaybolmuş hemencecik. Olayın sıcaklığı hâlâ üstünde olduğundan mütevellit ayaz falan hiç tırtlatmıyor İsmail’i. Keçiören’de varacağıı yere meylediyor. Çocuğun tarif ettiği trafik lambaları da yolunun üstü, hunharca da merak ediyor gerçekten abisine mi verecek döneri diye.

Bakınıyor, kimsecikler yok. “Ulan,” diyor “bu kadar da duyar kastık, acaba tersoya mı geldik?” Az daha gidiyor. İki apartman arasında bir köşe var. bir bakıyor  ki oraya sinmişler, abisiyle çocuk yüzlerinde tebessümle yiyorlar döneri. Onu görüp çekinmesinler diye koşup uzaklaşıyor İsmail.

İşte ondan beridir, ayaz deyince aklına hep o apartman köşesinde abisinin bizim oğlana gülüşü gelir aklına. Ha bir de abisinin montunun bile olmayışı.

***

Bilenler bilir, Dışkapı Hastanesi’nin önünden protokol yolu geçer. Günün her saati, her dakikası hunharca trafik vardır orada. İsmail’in de karşısındaki mevki hastanesinde diş randevusu var. (Okuyucu yazıda kendini bulsun diye adamın T.C. Kimlik Numarasını da ver gardaş, tam olsun). Şşş, iç ses, şaşırma, sabrımızı taşırma!

Neyse, randevusuna az kaldığı için otobüsten inmiş koştura koştura hastaneye doğru gidiyor. Tabi o kadar soğuk ki hava, eliyle yüzümü kapatıyor. Yoğsa felç olacak neredeyse, Allah göstermeye.

Tam o sırada, gözüne bir tane yaşlı teyze takılıyor. Ayakları yok, protez bacak takmışlar. Kendisi de minicik küçücük bir şey zaten. “Amaaan neyse” diyecekken vazcayıp yanına meylediyor. “Yardım edebilir miyim?” deyip giriyor koluna. Başlıyor dua etmeye. “İlaçlarımı almaya geldiydim yavrum, bi’ türlü geçemedim karşıya” diye de ekliyor. İsmail ünlüyor, “hava çok soğuk, üşümüyor musun?” “Yok yavrum,” diyor, “biz alışığız.”

Biz alışığız… Biz alışığız… İsmail içinden bunu sayıklarken yolun tam ortasında durup elini tutuyor İsmail’in. Elleri sıcacık. Sanki iyiye ve güzele dair bildiği ne varsa hepsi içine doluyor. Gözleri yaşarıyor. Bir şey diyemiyor tabi. Yolun karşısına geçiyorlar. Tutup elini öpüyor. İsmail’in iki kere burnumu kırdırtmışlığı var çok şükür ama hiç böyle sarsılmamıştı. İsmail de tutup onun elini öpüyor. Hemen arkasını dönüp, yine koştura koştura uzaklaşıyor oradan. İsmail ardından gelen dua mırıltılarını hâlen duyuyor. Beyninde hâlâ “biz alışığız” vızıldayıp duruyor.

“İntihar, geride kalanlara karşı bir suçlamadır.” deyu bir söz var ya, ninenin “biz”i de bir suçlama gibi yüzüne çarpıyor. Biz kim, siz kimsiniz? Montu kalın olanlarla montu olmayanlar mı? Ayazda gariban olanlarla ayazda kaymaklı olanlar mı? Yırtık ayakkabıyla dolananlarla yırtık ayakkabının edebiyatını yapanlar mı?